..:: BİLGİ VADİSİ ::.. BİLGİ VADİSİ RSS   TWİTTER   BİLGİ VADİSİ FORUM FACE GRUBU  

Anasayfa Kimler Çevrimiçi Bugünkü Mesajlar Forumları Okundu Kabul Et
Geri git   ..:: BİLGİ VADİSİ ::.. > GENEL KONULAR > İSLAM DÜNYASI > İslam Alimleri
Google

   

 
Konu Bilgileri
Konu Başlığı
Allah Dostları
Konudaki Cevap Sayısı
9
Şuan Bu Konuyu Görüntüleyenler
 
Görüntülenme Sayısı
1040

Yeni Konu aç Cevapla
 
Seçenekler Stil
Eski 26.01.11, 23:46   #1
sansar
 
sansar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Kullanıcı Bilgileri
 
Üye Numarası: 2752
Üyelik tarihi: 27.12.2009
Yaşım: 55
Mesajlar: 3.980
Konular: 2849
Rep Bilgisi
Rep Gücü : 25
Rep Puanı : 764
Rep Seviyesi : sansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to behold
Aktivite
Level: 47 [♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥]
Paylaşım: 116 / 1166
Güç: 1326 / 49079
Tecrübe: 65%

İletişim
Standart Allah Dostları


EVLİYAULLAH

Veli; dost, sevgili, ermiş gibi mânâlara gelir. Evliyâullah kelimesi ise Allah-u Teâlâ'ya dost olanları ifade etmektedir.
Saîd bin Cübeyr -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize evliyâullahın kimler olduğu sorulduğunda şöyle buyurmuştur:
"Onlar öyle kimselerdir ki görüldüklerinde Allah zikrolunur, onları gören Allah'ı hatırlar." (Câmiüs-sağîr)
Bu Hadis-i şerife göre Allah dostlarının sîret ve halleri Allah-u Teâlâ'yı akla getirir. Çünkü onlarda edep, haya, huzur, huşu ve tevazu alâmetleri dikkati çeker. "Yüzlerinde secde izinden nişanları vardır." (Fetih: 29) âyet-i kerime'si bu hususa işaret eder.
Allah-u Teâlâ veli kulları hakkında: "İyi bilin ki, Allah'ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar." buyuruyor. (Yunus: 62) Allah korkusu her korkuyu silmiş olduğu için başka korku kalmamıştır. "Dünyâ hayatında da âhirette de onlar için müjdeler vardır." (Yunus: 64)
Allah-u Teâlâ'nın veli kullarının cümlesine hürmet edip sevgi beslemelidir. Zira onlar Hakk'ın sevdiği ve muhabbet için seçtiği kullarıdır. Âyet-i kerimesinde buyurur ki:
"Biz kimi dilersek onu derece derece yükseltiriz." (En'am: 83) İşte bunlar bu derecelere yükselttiği kullardır. Dualarında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin: "Ey Allah'ım! Bana kendi sevgini, seni sevenlerin sevgisini ve beni sana yaklaştıracak olanların sevgisini nasip eyle." (Tirmizi) buyurmaları, bu sevginin çok mühim olduğunu ifade etmektedir.
Allah-u Teâlâ bir kulu hayra yöneltirse, o hep iyileri sever. Onların gönüllerine girenler onlarla ilhak olurlar. Yusuf Aleyhisselâm'ın bir peygamber olduğu halde: "Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünyada da ahirette de benim yârim yardımcım sensin. Müslüman olarak canımı al ve beni sâlihler zümresine kat." (Yusuf: 101) diye dua ettiğini Allah-u Teâlâ Âyet-i kerimesinde haber veriyor. Gerçekten Allah'a gönülden bağlı olanların can atacakları arzu ve gaye işte bu sondur.
Âlimin veliye ihtiyacı vardır. Nitekim Musa Aleyhisselâm'ın, Hızır Aleyhisselâm'ın ilmine ihtiyacı vardı. Çünkü onun ilmi "Ledûn ilmi" idi. Fakat Hızır Aleyhisselâm Musa Aleyhisselâm'a muhtaç değildi. Muhtaç olmadığı için gizli hakikatları ona açtı ve ayrıldı.
Âlim cahil insanları, veli ise âlimleri terbiye eder.
Veliyi terbiye eden de bizzat Allah-u Teâlâ'dır. Muallimleri Allah-u Teâlâ olduğu için ilimleri kesbî değil vehbidir. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur: "Allah dilediğini yardımı ile destekler." (Âl-i İmran: 13) İşte bunlar Allah-u Teâlâ'nın tuttuğu, lütfü ile desteklediği kullarıdır. "Lütuf ancak Allah'ın elindedir. Onu ancak dilediği kimselere verir. Allah büyük lütuf sahibidir." (Hadid: 29)
Evliyâullah vazifelerine göre; "Kutup", "Nücebâ", "Abdâl", "Evtâd", "Gavs"... gibi isimler alırlar. Bunlar Allah'a gönülden bağlı olup, söz verenler ve hükmünü Hakk'tan bekleyenlerdir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu gibi kimseler hakkında bir Hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın kullarından öylesi vardır ki, şöyle olacak diye yemin etse muhakkak Allah onun yeminini yerine getirir." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1186)
Allah-u Teâlâ'nın bu has kulları her zaman için mevcuttur. Kimisi canını bu uğurda feda ederek ebedî saadete nail olmuş; kimisi de ebedî saadetin şerefine nail olmak için canını ve malını hiçe saymış, rızâ-i Bârî için gayret sarfetmektedir.
Kutub: Bütün kemâliyeti şahsında toplamış zattır. Her devirde bir tanedir.
Nücebâ: Hakk'tan gayrısına bakmayan, yaratıkların yüklerini taşıyıp sıkıntılarını gidermeye çalışan, ibadet ve tâata düşkün, cömert, sabırlı, haya sahibi, her şeylerini Hakk'a vermekten zevk duyan zatlardır.
Abdâl: Kuruntu ve hayalden uzak, itidal ve istikamet üzere olan, az uyuyup erkenden ibadet için kalkan, kemâl ve fazilet ehli zatlardır.
Evtâd: İlâhi emirlere sıkı sıkıya bağlı, geceleri uyumayıp ibadetle geçiren zatlardır.
Gavs: Kutb'u âzâmdır ve esrarlı işleri halleden ulu bir kişidir.
Bu zatlar cemiyetlere manen yön verirler, Müslümanların umumi meselelerinde de yardımcıdırlar

- Bu yazı çeşitli kaynaklardan derlenmiştir.
ww.uydulife.tv
__________________






sansar isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Eski 26.01.11, 23:47   #2
sansar
 
sansar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Kullanıcı Bilgileri
 
Üye Numarası: 2752
Üyelik tarihi: 27.12.2009
Yaşım: 55
Mesajlar: 3.980
Konular: 2849
Rep Bilgisi
Rep Gücü : 25
Rep Puanı : 764
Rep Seviyesi : sansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to behold
Aktivite
Level: 47 [♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥]
Paylaşım: 116 / 1166
Güç: 1326 / 49079
Tecrübe: 65%

İletişim
Standart

EHLULLÂHIN VASIFLARI

- Sâdık DÂNÂ

Bu büyük zatların kalblerinde yalnız Allah sevgisi ve O'nu darıltma korkusu yer etmiştir. Evlâd, ıyâl, mal, mülk hepsi gönüllerinin dışında kalmıştır. Bu bakımdan ibâdetlerini, taatlarını diğer ailevi ve beşerî münasebetlerini büyük bir şevk ve gönül hoşluğu içinde yürütürler. Bütün hadiseleri hoş karşılarlar. Çünkü onlarda keder, sıkıntı diye birşey kalmamıştır. Olanların hepsini kabullenirler. Üzücü hadiseler karşısında fazla üzülmezler, sevindirici haberlere fazla sevinmezler. Her hattı hareketleri nizamlı ve ölçülüdür. Mütevazidirler, zillete düşmezler, bu bakımdan daima vakarlıdırlar. Dinin ve insanlığın şerefini daima korurlar. Boyunları eğikdir.
Her hallerinde huşû hali görülür, abdest alışlarında, namazlarında görüldüğü gibi yemeklerini de büyük bir huşû halinde yerler, hülâsa bilâ istisna her hareketlerinde Allah teâlâ ve tekaddes hazretlerinin murâkabesinde, huzurunda olduklarını bildikleri için kulluk vazifelerinde en ufak bir lâkaydîlik görülmez. Edeb, edeb gene edeb onları kuşatmışdır. Her nefeslerini Allah'ın zikri ile değerlendirmesini bilirler. Böyle bir baha biçilmez hâzineye sahib olanlar, nasıl vakitlerini edeb üzere değerlendirmezler. Yürüyüşlerinde islâmî bir vakar, oturuşlarında islâmı bir edeb sezilir. Daima önlerine edeb üzere nazar ederler. Gelişi güzel sağa sola göz atmazlar, yüksek sesle gülmezler, tebessüm ile iktifa ederler.
Allah teâlâ'nın ledünnî ilmiyle süslenmişlerdir. Gecelerini namaz, istiğfar, dua, zikrullah ve Kur'an okumakla geçirdikleri gibi gündüzlerinde de halka yardım ve nasihat ederler, cenâzelerde bulunurlar. Sülehâyı, zuafayı ziyareti ihmal etmezler, yetimlerle, ihtiyaç sahibleri ile alâkadar olurlar, ellerinden geldiği kadar yardım ederler. Paraya kıymet verirler fakat kalblerine koymazlar. Onu nefsi için değil, ümmeti müsliminin ve mahlûkatın ihtiyaçları yolunda harcarlar.
Onları Allah teala ve tekaddes hazretleri sevmiş kalblerini, kendisinin sevgisi ile kuşatmıştır. Bir kalbin sahibi bu şerefe nail olursa onun her hattı hareketi edeb, saygı ve tevazu çerçevesi içinde olur. Çünkü Mevlâsına sarsılmaz, derin bir sevgi ile teslim olmuş ve kendisi aradan çıkmıştır. Büyük kederlerin, sıkıntıların farkında bile değildir. Daima Rabbısına karşı boynu büküktür, huşu halindedir. Bütün ibadetlerini derin bir şevk içinde yapar, yorgunluk nedir bilmez, buna rağmen kendisini daimî olarak kusurlu, hatalara batmış görür, fakat Allah Teâlânın Gaffârlığını bildiği için daimî O'nun rahmetine sığınır. Katiyyen ümitsizliğe düşmez.
Her hallerinde Resûlü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin ahlâk ve adabıyla mütahallik oldukları için konuşmalarında, ibâdetlerinde, yemelerinde, içmelerinde orta halde bulunurlar, ifrattan, tefridden kaçınırlar. İstikamet ehli oldukları için, her muameleleri noksansızdır. Kendilerini övenle yeren, nazarlarında müsavidir. İktisada, riâyet ederler, israfdan kaçınırlar, fakat kat'iyyen hasis değildirler, Allah yolunda deryalar gibi infak ederler.
Bu Allah dostlarının duâlarını, yalvarışlarını Hak celle hazretleri red etmez, kabul eder. Çünkü onlar dualarını kendilerinden ziyâde ümmeti müslimînin selâmetine hasrederler. Bir de Hak Teâlâ'nın övgüsünü teşkil eden âyet-i kerimelere devam ederler.
Kader bahsini tamamen benimsemişlerdir, ne zuhur ederse kalblerine en ufak bir tereddüt gelmeden, hemen kabullenirler. Bir insan ki kader bahsine ne kadar vukufu, bilgisi mevcud ise dünyada o kadar mes'uddur, kaygısızdır, kedersizdir.
Şöhretten kaçınırlar iltifattan hoşlanmazlar. Kendisini daimi kusurlu gören kimse nasıl olur da böyle şeylerden hazzeder?
Tenhaları severler, mecburen hizmet ve irşad maksadıyla halkın arasına karışırlar. Allahü Teâlâ'nın kullarını ve mahlûkatını sevdikleri için, onlardan gelen sıkıntı ve eziyetlere katlanır, hoş karşılarlar. Herkese karşı tatlı dille konuşurlar, muameleleri yumuşak mülâyimdir bu güzel haller kendilerinde olduğu için herkes tarafından sevilirler, hörmet görürler.
En korkdukları, bir müminin kalbini incitmekdir. çünkü mü'min kalbinin nazargâh-ı ilâhî olduğunu bilirler. Her ne kadar geniş ilme vukûfiyetleri var ise de, kendilerini adeta ümmî, bilgisiz gösterirler ve nitekim halkın kısmı azâmı onları öyle bilir. Kendileri ile münakaşa etmek isteyenler olursa onları yumuşak, teskin edici kelâmlarla ikna ederler. Bilâistisna çocuk olsun, yaşlı olsun, dini bütün olsun, dini zayıf olsun herkesle geçimlidirler. Nasıl geçimli olmasınlar ki, kendilerini toprak bilmişler yani insanların en zavallısı çâresizi görmüşlerdir.
Sağlam temel üzerine oturdukları için bid'at nedir bilmezler. Çünkü her hareketleri Kur'an-ı Kerim ahkâmına ve sünnet-i seniye âdâbına uygundur. Müstakimdirler, dürüsttürler, insanların tesiri altında kalmazlar, hatır için hakikatten ve doğru sözlülükten ve adaletten ayrılmazlar.
Temkin makamını bulmuşlardır. Şeytanın sıfatlarından olan, acelecilik, dünya hırsı, hasedcilik, büyüklenme gibi kötü haller bu Allah dostlarından kat'iyyen görülmez. Mütevâzidirler, merhametlidirler, sehavetlidirler. Bütün mahlûkata karşı derin şefkat beslerler. Müseccel Allah ve din düşmanları müstesna, herkesi severler ve darda kalanların maddi-manevî yardımına koşarlar. Uykuları pek azdır, mahdud bir gıda ile rızıklanırlar, kelâmları az ve müfid, sükûtları uzundur. Sözlerinden, sükûtlarından muhatapları kabiliyet ve niyetlerine göre istifade ederler. Bunlarla mülâkat yapanlar içinde kuvvetli ihlâs ve teslimiyet gösterenler olursa, pek kısa zamanda manen büyük derecelere yükselirler, fakat böyleleri nâdirattan olur.
Onların bulunduğu yer, Cenab-ı Hakkın izniyle semâvî, arazî felâketlerden muhafaza edilir. Zamanın fitnelerinden korunur, oranın halkı da diğer semtlerden daha maneviyatlı, daha hamdedici ve daha mütevekkil olur. Kısmı âzamının zâhiri ilimleri yokdur, fakat Kur'an-ı Kerimi kolaylıkla tefsir edebilirler, her şeyi bilirler, en ince mânâları çözebilirler, buna rağmen tecâhül ü arîfânede bulunurlar, yani bildiklerini suhûletle gizlerler.
Keşf ve kerametle böbürlenmezler, bunun Cenab-ı Hakkın kendilerine bir ikramı olduğunu bilirler. Fakat bunlar, kulluk vazifelerini gevşetmez bilâkis kuvvetlendirir, şevklerinin aşklarının tevzâyüdüne vesile olur. Nezâket, nezâfet, haya, edeb onların mümeyyiz sıfatlarındandır. Terbiyelerinde bulunanların da bu güzel sıfatlarla muttasıf olduklarını arzu ederler. Var kuvvetleri ile yetiştirmek için itina gösterirler. Daima bu sıfatlar üzere bulunurlar. Ailelerine nezâketle muamele ederler. Bu tertipleri değişmez. ister zamanın başbakanı olsun, ister bahçevan ve hizmekârı olsun aynı muâmeleye tâbi tutulurlar. Şöhretlilere, lüzumundan fazla itibar etmedikleri gibi, şöhretsizleri de horlamazlar. Çünkü şöhreti verenin de alanında Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri olduğunu bilirler.
Vakitlerini en değerli şeylere hasreder, virdlerini muayyen saatlerde yaparlar. İbâdetleri az gibi görünse de, devamlı yaptıkları için yekûn tutar. Kimseden bir şey istemek âdetleri değildir.
Bu büyük zâtlar kimsenin aleyhinde konuşmazlar, kimsenin kusurunu ve hatasını ifşâ etmezler, kendilerine karşı kötü harekette bulunanları dâhi afvederler. Kur'an ahkâmına, Resûlü Ekrem Efendimize ve Allah'ın evliya kullarına dil uzatan küstahlar olursa, onlara lâzım gelen muameleyi icra ederler, gadablanırlar, şiddetli cevaplarla susturmasını bilirler.
Sözlerinde dururlar, kaypaklık bilmezler. Randevunun bir emanet olduğunu bildikleri için, söz verilen mahalde tam vaktinde bulunurlar.
Allah Teâlâ ve tekaddes hazretleri Kur'ân-ı Kerim'de buyurmuştur ki; -Allah'ın velileri ne korkar ne hüzün duyarlar. (Yunus, 62)
Çünkü onlar geçmişi ve geleceği unutmuşlardır. Korku ancak istikbale yani geleceğe aittir. Kişinin isteklerinin yerine gelemeyeceğinden, telâşesinden ileri gelir. Hüzün de geçmişse aittir, isteklerinin yerine gelmeyişinden dolayı üzülür veyahud isteklerinin tahakkukundan dolayı pişmanlık duyar. Bu bakımdan üzüntüsü eksik olmaz. Halbuki Allah'ın yüksek dereceli dostları vaktin, zamanın, halinin kıymetini bilen kimselerdir. Bu ölçüden onlar nefeslerinin zâyî olmasına razı olmazlar. Her anları Rablarıyla beraberdir. Onlar ne geçmişi bilirler, ne de geleceğe zihin yorarlar. Bu sebebledir ki onlarda ne hüzün ne keder kalır ne de herhangi bir korku.
Sözlerini uzatmazlar ne denilmesi lâzımsa onu söylerler, kısaltma ve ilâveler yapmazlar. Belâğat ve fesahete ehemmiyet vermezler. Şeytanın onlarla alâkası kesildiği için esnemek nedir bilmezler. Kelâmları dinleyenlerin üzerinde derin bir iz bırakır. Tesirinden yıllar geçse bile kurtulamazlar. Bağırmak, çağırmak, nefsanî öfkeler, çekişmeler gibi avamî hallerden onlarda en ufağına dahi tesadüf edilmez. Sümkürmek de işitilmez. Gözleri yaşlıdır. Azamet-i ilâhiyyeyi düşünürler, ağlarlar. Cenâb-ı Hakkın settarlığını, gaffarlığını düşünürler ağlarlar. Mahlûkatın, kulların dünyevî ve uhrevî hallerine bakarlar gene ağlarlar. Açlık ve gözyaşı onların gıdaları haline gelmiştir. Bu hengâmede kendileri için ağlamaya fırsat bulamazlar.
Bilhassa Muhterem Üstazım Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu Hazretlerinin hac zamanlarında, Mekke-i Mükerreme yolundaki o ay ışığı altındaki gecelerde, vasıta içindeki refiklerinin uyudukları sıralarda, gözlerinden o inci daneleri halinde kesiksiz olarak dökülen gözyaşlarını tarif etmek imkânsızdır. Bu hali düşündükçe hüzünlenirim. O eski kıymetini bilemediğimiz demler için.
Bilhassa, yüksek dereceli Muhammediyyül meşreb olan mümtaz verilerin bütün istekleri, bütün günahkâr, âsî olan kullarının dahî ateş azâbından halas olması ve afvedilmeleridir.
Sertâcû'l-enbiyâ, mefhar-ı mevcûdat, Seyyidü'l-beşer Resûlü Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz, ashab-ı Kiram ve onlara tâbi olan Hak dostları hörmetine, Rabbımız teâlâ ve tekaddes hazretleri, cümle ümmet-i müslimîni günahkârlar ve âsîler dahil olduğu halde, rahmetine garkeder inşaallah.
Netice olarak şu hususu iyice bilmeliyiz ki: Bizim kurtuluşumuz selâmet ve seâdetimiz; herhâl ü kârda yani, her nefeste, her adımda hür türlü hal ve hareketlerimizde Resûlü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerine tam olarak uymakla, onun boyasına boyanmak, onun ahlâkı ile ahlâklanmak, onun sünneti Muhammediyesinden kat'iyyen ayrılmamağa çalışmakla mümkündür.
Allah teâlâ ve tekaddes hazretleri, Hatem-ül-enbiya sallallahu aleyhi ve sellem efendimizi rehber olarak göndermiş ve onun yolundan ayrılmamayı emrederek: "Resulûllah, size neyi getirdiyse onu tutun ve neden sizi yasakladı ise ondan kaçınınız" buyurmuştur. (Haşr, 7)
Abdülkadir Geylânî kuddise sirruh hazretlerinin kıymetli kelâmları ile mevzûmuzu kapatıyoruz. Buyuruyorlar ki:
-Ey benim sohbetimde bulunmak ve benden istifade etmek isteyen kişi! Ben öyle bir hal içindeyim ve öyle bir âlemde yaşıyorum ki, onda ne fânî insanlar vadır, ne dünya vardır ne de âhiret. Benim içinde bulunduğum bu âlemde, Allah'dan başka hiç bir şeye, gönüllerde yer yoktur. Kim ki, benim söylediğim gibi tevbe eder, benim sohbetimde bulunur, benim sözlerime hüsnü zan besler ve benim dediklerimle amel ederse, inşaallah o da benim içinde bulunduğum bu âleme girer ve oradaki insanlar gibi olur.

- Bu yazı Altınoluk dergisinin Agustos 1999 tarihli sayısından alınmıştır.
ww.uydulife.tv
__________________






sansar isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Eski 26.01.11, 23:48   #3
sansar
 
sansar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Kullanıcı Bilgileri
 
Üye Numarası: 2752
Üyelik tarihi: 27.12.2009
Yaşım: 55
Mesajlar: 3.980
Konular: 2849
Rep Bilgisi
Rep Gücü : 25
Rep Puanı : 764
Rep Seviyesi : sansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to behold
Aktivite
Level: 47 [♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥]
Paylaşım: 116 / 1166
Güç: 1326 / 49079
Tecrübe: 65%

İletişim
Standart

SİLSİLE VE İCÂZET

Tasavvufî terbiye, bir arada bulunma (sohbet) ve in'ikas yoluyla gerçekleştiği, hal ve duyguların yansıma ve transferi demek olduğu için mürşid ve rehbere ihtiyaç göstermektedir. Bu ilmin, Hz. Peygamber'in manevi ve ruhanî otoritesinin devamı şeklinde bir özelliğe sahip olması, bu yolun rehberlerinde ma'nevi bir silsile aranması sonucunu doğurmuştur. Silsile, tarikat şeyhlerinin Hz. Peygamber'e kadar uzanan üstadlar zincirine verilen addır. Aslında ilk hicrî asırlarda tefsir, hadis ve fıkıh gibi İslamî ilimlerde genel olarak bir rivayet zinciri zorunluluğu vardı. Bilhassa hadis ve tefsir ilmine dair fikir ve görüş nakledenler, bu fikir ve görüşlerini genelde ashab yoluyla Hz. Peygamber'e isnada önem verirlerdi. Ancak hicrî III. Asırdan itibaren İslamî ilimler yazılıp kayda geçmeye başlayınca, silsile zorunluluğu da zaman içinde terkedildi. Hicrî VI. asırdan itibaren tefsir, hadis ve fıkıh konusunda silsile, pek aranmaz oldu. Tasavvuf ricali ise ilimlerinin özelliği gereği, silsile ananesini hiç terketmediler. Hatta ilk asırlarda şifahî olarak nakledilen silsile geleneğini zamanla yazılı hale getirdiler. Silsile cetvellerinin yazılı olduğu evraka "tomar" denir. Diğer ilim mensuplarının zamanla terkettiği silsile geleneğine sûfiler, ilimlerinin özelliği gereği biraz daha fazla önem verdiler. Sofilerin verdiği bu önem sebebiyle bazıları silsilenin muhdes yani sonradan düzenlenmiş bir şey olduğuna iddiaya kalkıştılar. Oysa ki silsile baştan beri, bütün İslamî ilimlerde olduğu gibi tasavvufta da vardır.
Hz. Peygamber'den günümüze kadar devam eden iki silsile vardır. Bunlardan biri Hz. Ebû Bekir diğeri de Hz. Ali vasıtasıyla Hz. Peygamber'e ulaşır. Diğer sahabelere aid silsileler, zaman içinde münkariz olmuştur.
Silsile Cenab-ı Hak'tan Cenab-ı Peygamber vasıtasıyla gelen feyz-i ilahi kanalı olduğundan bu tür feyze "feyz-ı isnadı" veya "füyuzat-ı silsile-i celile" adı verilir.
Silsile, manevi bir neseb sayılır. Kur'an'da Hz. Peygamberin hanımlarını, "Ümmetin anneleri" sayan (el-Ahzab, 33/6) ayetle mü'minlerin kardeş" olduklarını bildiren (el-Hucûrat, 87/10) ayet ve Hz. Peygamber'in "Ben sizin babanız makamındayım" (Ebû Davud, Tahare, 4) hadis-i şerifi İslam ümmetini büyük bir aileye benzetmiştir. Bu aile anlayışı tarikatlarda da vardır. Şeyh baba, eşi anne, müridler (ihvan) kardeşlerdir. Bu manevi ailenin soy ağacı, Hz. Peygamber'e ulaşan silsilenamelerdir. Bu yüzden silsilesini bilmeyen tarikat mensupları, şeceresini bilmeyen kimselere benzetilmiştir. Böyle bir titizlik tarikat bağlarında mensubiyet duygusunu pekiştirmektedir. Müridin kendisini manevi olarak şeyhinin soyundan bilmesi ve onun manevi evladı sayması; şeyhin de kendisini onun manevi babası bilmesi ve onu manevî evladı görmesi, duyguları yükseltmekte ve iletişimi kolaylaştırmaktadır.
Tasavvufta biri tabiî, diğeri manevî doğum olmak üzere iki doğum vardır. Tabiî doğum, çocuğun ebeveynin mahsulü olarak dünyaya gelmesidir. Ma'nevi doğum mürşide intisapla başlayan süreçtir. Bu doğumla mürid, doğan bir çocuğun, babasının bir parçası olması gibi, adeta şeyhinin bir parçası olur. O'nun ahlak ve özelliklerini taşır. Tabiî ve ilk doğum, insanın alem-i mülkle irtibatını sağlar, ikinci ve manevi doğum ise insanın melekût alemiyle alakasını sağlar. Nitekim Hakk Teala: "böylece biz, İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu (büyük ve muhteşem varlıklarını) gösteriyorduk ki (kudret ve azametimize) kesin inananlardan olsun." (el-en'am, 6/75) Ayette geçen "kesin inananlardan olma" özelliği, ancak bu manevi doğumla kazanılabilir. Manevî doğumu gerçekleştirmeyen kimse peygamberin mîrasçısı olmaya layık değildir. Kişi ne kadar anlayışlı ve zekî de olsa ikinci doğumu, manevi nisbeti yoksa peygamber mirasçılığına ehil olamaz. Çünkü anlayış ve zeka, aklın neticesidir. Halbuki akıl, şeriatın nûrundan mahrum ve kuru olursa mülk aleminde ne kadar dolaşırsa da Melekût alemine giremez. Bu yüzden sûfiler: "Alimler-peygamberlerin varisleridir." (Buharî, ilim, 10; Ebû Davud, ilim, 3) hadîsinî Rasûlullah'tan itibaren manevi nesebin varlığına delil sayarlar. Rasûlullah mirasına sahip alimliğin, gönül imarıyla gerçekleşen bir irfan olduğunu söylerler.
Tabiî doğumda babanın sulbüne tevdi edilen çocuğa aid özellikler, bu suretle çocuğa intikal eder. Manevî doğumla da şeyhten müride manevî hal ve ahlâki özellikler intikal eder. Bu ilim ve haller, şeyhlere sohbet yoluyla Hz. Peygamber'den itibaren nasıl ulaştı ise müridlere de öyle yansır. Böylece manevi neseb devam etmiş olur. Sühreverdi'ye göre bu etkileşim, Allah'ın sohbet edenle sohbet edilen, sevenle sevilenin arasını telif etmesi sonucu olarak meydana gelmektedir. (bk. Avârif Terc, S. 106-108)
Bütün tarikatlarda "silsile" vardır. Ancak silsilede, birbirleriyle görüşmesi tarihen mümkün olmayanlar da bulunabilmektedir. Bunların feyzleri "üveysi" yolladır. Üveysilik cismâni olarak görüşmeleri mümkün olmayan kişilerin rüya yoluyla manen görüşmeleridir. Tasavvufta zikir telkininin sırrı, Rasûl-i Ekrem'e varıncaya kadar bütün kalblerin irtibatını sağlamaktır. Mürid, kendi silsilesini teşkil eden zevat-ı kiramın rûhaniyetlerinden şeyhi vasıtasıyla istifade eder. Bu yüzden silsilede yer alan ricalin muhtelif zamanlarda nazım, ya da nesir şeklinde isimleri yad edilerek feyz yolu aranır. Bütün tarikatlarda buna ayrı bir önem verilir. Özellikle Nakşibendiler, tarikat ayinlerine bile bu adı verirler: Hatm-i hacegan. Hatm-i hacegan tarikat silsilesinde yer alan ricalin isimlerinin saygı ile okunup yad edilmeleri demektir. Bu arada bazı sûreler ve Kur'an ayetleriyle dua ve salavat, tevhid ve lafza-ı celal zikri de icra olunur. İsimlerin anılmasının, rabıtada gönlü şeyh vasıtasıyla Hz Peygamber'e bağlamada büyük yararı vardır. Ayrıca "tefekkür-i mevt" ve "rabıta" sırasında tarikat ricalinin Hz Peygamber'den şeyhine gelinceye kadar "yarımay" (hilal) şeklinde oturduklarının tahayyül edilmesi manevi bir mülakat sayılır. Bu durum feyz-ı isnadi yoluyla salikin gönlünü açar, manevi yükselişlere medar olur.
Tarikatların silsilelerini tesbit eden bazı eserler kaleme alınmış ve bunlara silsile-name adı verilmiştir. İçerisinde ehl-i beytten birisinin yer aldığı silsilelere "silsiletü'z-zeheb" (Altın silsile) adı verilmiştir.
Sûfiler, şeyhin müridine söylediklerini ve silsilesini yazdırmasına delil olarak şu hadis-i şerifi öne sürme4ktedir. Peygamberimiz, Mekke fethinde bir hutbe irad buyurmuştu. Ebû Şah isimli biri bu hutbenin kendisi için yazılmasını istedi. Hz Peygamber (s. a.) "Ebû Şah için bu hutbeyi yazın buyurdu (Buharî, Lukata, 7; Müslim, Hacc, 447, Ebû Davud, ilim 3)
Manevi nisbetin alameti için de delil şudur: İbni Mes'ûd'un rivayetine göre Allah Rasûlü "Allah kimin hidayete ermesini isterse onun göğsünü İslam'a açar" "El-en'am, 6/125) ayetini okuyunca şöyle buyurdu. "Nur göğse girince göğüs genişler. Bunun alameti dünyayı bırakıp ahirete yönelmek, ölüm gelmeden hazırlıklı olmaktır. (Beyhaki...' (Şuabül îmanlı, 352.105/52. hadis) Eşraf Ali Tanevi, bk. hadislerle Tasavvuf, Trc. Zaferilluh Davudi İst. 1995, s 157, 266 vd... Batınî nisbetin alâmetinin biri de hadiste belirtildiği gibi ahirete yönelmek ve ölüme hazırlıklı olmaktır.
Tarikat şeyhleri ve tasavvuf mensupları, zaman içerisinde liyakati olmayan ve seyru süluk görmemiş na-ehil kişilerin şeyhlik iddiasına kalkışmasını önlemek için, bir icazet şartı getirmişlerdir. İcazet, şeyhlerin mürid yetiştirmek üzere ehliyetini ispatlamış ve seyr u sülûkunu tamamlamış olan mensuplarına verdikleri yazılı veya şifahi izindir. Eğer verilen irşad izni, yazılı belge ise onun adı icazetnamedir. XVII.yüzyıldan sonra şeyhliklerin babadan oğula geçmesi sebebiyle tasavvufi eğitimin belli bir düşüş kaydetmesi, tekke şeyhlikleri için icazetname aranması sonucunu doğurmuştur.
Şeyhten icazet alan sâlik, "halife" sayılır ve tekke açmasına izin verilirdi. Ancak tekkesi ve faaliyetleri mensûbu bulunduğu tarikatın merkez tekkesi (âsitâne) tarafından denetlenirdi. Müstakil ve sorumsuz hareketine izin verilmezdi.
Hilafet icazetnameleri iki türlü olurdu. Birisi şeyhin hayatıyla sınırlı olmak üzere verilen hilafet-i nâkısadır. Bu icazetin hükmü, şeyhinin vefatıyla sona erer. İcazet sahibi şeyhinden sonra müstakil hareket imkanına sahip değildir. Aksine asitane denilen merkez tekkenin, yada şeyhinin yerine post-nişin olan ser-halifenin işaretine uyar. Çünkü ser-halife hilafet-i kâmile sahibi kişidir. Hilafet-i tamme veya hilafet-i kâmile, şeyhinden sonra da müstakil hareket imkanı sağlayan ve sahibinin seyr u sülûkunu ikmal ettiğini gösteren vesikalardır. İrşad için icazete, icazet için de kesiksiz bir silsileye sahip mürşidden seyr-u sülûk görmeye ihtiyaç, hatta mecburiyet vardır.
Bir şeyhin sağlığında pek çok hulefası bulunabilir. Bunlar şeyhlerinin vefatını müteakip hemen yeni bir kol açmak yerine, merkez tekkenin hükmüne ve şeyhin baş halifesinin işaretine uymalıdır. Tasavvufta şeyh ve mürşid, fıkıhta müftü (fetva makamı) konumundadır. Halife ise vaiz; gibidir. Vaiz müftüye bağlı olduğu gibi halife de şeyhe bağlıdır. Tarikat pirleri de mezhep imamları ve müctehidler konumundadır. Bu itibarla herkesten bulunduğu konumdaki hiyerarşiye uygun hareket etmesi beklenir.


ww.uydulife.tv
__________________






sansar isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Eski 26.01.11, 23:51   #4
sansar
 
sansar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Kullanıcı Bilgileri
 
Üye Numarası: 2752
Üyelik tarihi: 27.12.2009
Yaşım: 55
Mesajlar: 3.980
Konular: 2849
Rep Bilgisi
Rep Gücü : 25
Rep Puanı : 764
Rep Seviyesi : sansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to behold
Aktivite
Level: 47 [♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥]
Paylaşım: 116 / 1166
Güç: 1326 / 49079
Tecrübe: 65%

İletişim
Standart

HAZRETİ ŞAHI NAKŞBEND Kuddise Sirruh
..:: 1 ::..

Tarikatın imamı, samedânî gavs, rabbânî âlim, sıddîkıyet sırlarının madeni, hak ve hakikatin bahası, Şâh-ı Nakşbend Muhammed el-Üveysî el-Buhârî kuddise sirruh hazretlerinin bazı menkıbeleri hakkındadır.
Reşehât'da naklolunduğuna göre hicrî 718 yılının muharrem ayında dünyaya geldiler. Hâce Ali Râmitenî hazretlerinin zamanıydı. Doğuşu ve vefatı Kasr-ı Ârifan'da vuku buldu. Kasr-ı Ârifan, Buhârâ'ya bir fersah mesafede bir köydür.
Velayetinin nişanları ve keramet nurları çocukluk çağlarından itibaren sîmasında belirdi.
Bahâeddin, Hâce Muhammed Baba Semmâsî hazretlerinin elinde yetişti. Emir Külâl hazretlerinden da aynı şekilde terbiye gördü.
Hâce Mahmud Fağnevî hazretlerinin zamanından, Seyyid Emir Külâl hazretlerinin zamanına kadar bu tarikat mensubları cehrî zikir için toplanırlardı. Hâce Bahâeddin Nakşbend hazretleri gelince cehrî zikri terkedip hafî zikri ihtiyar etti. Çünkü Hâce Abdülhâlık Gucdüvânî hazretlerinin rûhâniyeti tarafından ona, azimetlerle amel etmesi, ruhsatlardan gücü yettiği kadar sakınması, cehrî zikirden de sakınması emredilmişti.
Hatta Emir Külâl hazretlerinin etrafında cehrî zikir için halka çevrildiği zaman Bahâeddin dışarı çıkar ve iştirak etmez, bu hareket onlara ağır gelir ve öfkelerine aldırmaz, havatırlarını düzeltmek için de teveccüh etmezdi. Bahâeddin, Emir Külâl hazretlerinin hizmetinden geri kalmaz, ona karşı olan âdabında zerre kadar kusur etmez, onun bütün emirlerine karşı müstesna bir teslimiyet gösterirdi. Emir Külâl hazretleri de ona her zaman iltifat eder, bu iltifatı gün geçtikçe artardı. Hatta bazan ihvanı huzuruna gelip Bahâeddin'in bazan gördükleri hareketlerini anlattıklarında onları kaale almazdı. Çünkü onu kıskanıyorlardı. Emir Külâl hazretleri onlara cevabını tehir edip büyük küçük bütün ihvanı mescidde topladıkları vakit onlara dedi ki:
- Hâce Bahâeddin hakkında bazı yanlış zanlara kapılmışsınız. Allah Teâlâ onu kabul etmiştir. Fakat siz onu tanıyamadınız. Benim nazar kılıp iltifat edişim, Cenab-ı Hakk'ın onu kabul buyurmasındandır.
Bu sözünü bitirdikten sonra Hâce Bahâeddin'i istedi. Bahâeddin o zaman imarete süt taşıyordu. Bahâeddin gelince ona iltifat edip:
- Oğulcuğum, Hâce Muhammed Baba Semmâsî'nin senin hakkındaki vasiyetini yerine getirdim. (Göğsüne işaret ederek): Göğsüm senin terbiyen için kurudu. Artık sana verebileceğim bir şey kalmadı. Senin istidadın fevkalade yüksektir. Var git bundan sonra kendine şeyh ara, istidadına göre onlardan istifâde et!" dedi.
Hâce Bahâeddin bundan sonra yedi sene Mevlânâ Arif hazretlerine, sonra Şeyh Halil hazretlerine hizmet eyledi.
İki defa hacca gittiler. İkinci yolculuklarında Hâce Muhammed Pârisa beraberinde idiler. Hosarasan'a vardığı zaman, Hâce Muhammed Pârisa ve beraberindekileri Pâvend yoluyla Nişabur'a gönderdi. Kendisi, Mevlânâ Zey-nüddin Taybâdî hazretlerini ziyaret için Taybad'a gidip üç gün onunla kaldı. Hac dönüşüyle ihvanıyla Nişabur'da toplanıp sonra Merv'e gitti. Bir müddet orada kaldı. Emir Külâl hazretleri son hastalıklarında bütün ihvanına vasiyet etti. Emir Külâl hazretlerine:
- Hâce Bahâeddin Nakşbend cehrî zikir yapmıyor, ona nasıl tâbi olabiliriz? dediklerinde Emir Külâl:
- Allah ona ne vermişse hepsi hikmettir. Ona muhalefet etmeyin! buyurdu.
Şeyh Ahmed bin Allan Makâmât'ında der ki: Hazret-i Hâce Alaeddin Attar kuddise sirruh, Hâce Bahâeddin Nakşbend hazretlerinin kudsi sözlerinden nakletmiştir: "Çocukluk günlerimde Cenab-ı Hak bana büyük şeyh Hâce Baba Semmâsî hazretleriyle şereflenmeyi müyesser kıldı ve beni evladlığa kabul ettiler.
Hâce Bahâeddin Nakşbend hazretlerinin muhterem dedeleri anlatıyor: "Oğlum Bahâeddin'in doğumundan üç gün sonra Hâce Baba Semmâsî, ihvanından bir topluluk ile Kasr-ı Hinduvan'a geldiler. Kendisine intisab etmek istiyordum. Ona tam bir muhabbetim vardır. Aynı şekilde onu etrafımızdaki pek çok insan da seviyordu. Gönlüme öyle geldi ki, "ona şu oğlumu göstereyim, onun hakkında bir de adak adayayım." Kemâl-i tazarru ile ona gittiğimde buyurdular ki:
- Bu benim oğlumdur. Onu evladlığa kabul ettim.
Bundan sonra yüzünü ihvanına çevirerek -ki bu meclisde Seyyid Emir Külâl hazretleri de bulunuyordu- ona hitaben:
- Buralara uğradığımda bu güzel kokunun ne kadar arttığını size kaç defa söylemiştim. İşte o güzel koku bu mübarek çocuktan geliyordu. Ben bu çocuğun muktedâ-yı alem, yani cümle alemin tâbi olacağı bir zât olacağını ümid ediyorum.
Hâce Alaeddin Attar hazretleri anlatır:
"Ben onsekiz yaşlarındaydım. Dedem de benim bir an önce evlenmem için gayret ediyordu. Beni, Semmâs'a, Hâce Baba Semmâsî hazretlerine rica etmem için gönderdi. Ben o mübarek beldeye varıp mübarek simasıyla şereflendiğim gün akşam vakti kendileriyle sohbet ettim. Sohbetinin bereketi hasıl oldu. İçimde tam tazarru ve meskenet duydum. Gecenin sonunda kalkıp abdest aldım. İçinde cemaat bulunan bu mescide girdim, iki rekat namaz kılıp başımı secdeye koydum. Birçok dua ve tazarru ederken bu esnada dilime geldi ve: "Ya Rabbi, bana, belalara tahammül kudreti, muhabbet mihnetine dayanma kuvveti ver" dedim.
Sabah olunca Hâce Muhammed Baba Semmâsî hazretleri bana teveccüh edip, firasetiyle, benden sâdır olanları bana haber verdi. Dedi ki:
"Evladım, dua ederken, Ey Rabbim, bu zayıf kuluna, razı olacağın şeyi ver" de. Çünkü Hak Teâlâ'nın rızası, kulunun belaya uğramasında değildir. Eğer O, sevdiğine bir bela gönderirse, ondaki hikmetini de bildirir. İnsanın kendi ihtiyarıyla belayı istemesi çok tehlikeli bir iştir. Sabretmek zordur. Kulun edebde kusur etmesi yakışmaz," dedi. Bundan sonra sofra serildi. Yemekten sonra Hâce Baba Semmâsî hazretleri bana sofradan bir çörek verdi. Onu almak istemedim. Bana: "Bunu al, sana faydası olur" buyurdular. Ben de çöreği aldım.
Hâce Hazretleriyle beraber Kasr-ı Ârifan yoluna koyulduk. Yolda ben onun bineğinin arkasından ihlasla gidiyordum. Bazan da gönlüme havâtır geliyordu. İçime her tefrika geldikçe bana dönüp: "Gönlünü muhafaza etmen gerekir" diyordu. Bu hallerin müşahedesinden sonra bana yakîn hasıl oldu. Hazretine muhabbetim arttıkça arttı. Yolda Hâce Hazretlerinin sevenlerinin bulunduğu bir yere uğradık. Menzile varınca Hâce Hazretlerinin bir talebesi güleryüzle ve teslimiyetle karşılayıp oraya indirdi. Hâce hazretleri o menzile inince o mürid birdenbire muztarib oldu. Hâce hazretleri ona: "Bu halinin sebebi nedir? Doğruca söyle!" dedi. O da: "Evimde süt var, ekmek yok" diye cevap verdi. Hâce hazretleri bana dönüp: "O çöreği şimdi getir. Gördüğün gibi şimdi faydası oldu." buyurdular.
Bu geliş ve gidişlerimizde beni devamlı murakabe eder, her an kendilerine muhabbetim artardı.
Yine Hâce Alaeddin Attar hazretleri naklederler: "Hâce Bahâeddin Nakşbend Hazretleri şöyle anlatmışlardı: Hâce Muhammed Baba Semmâsî hazretleri vefat edince dedem beni Semerkand'a götürdü. Orası sayısız dervişle dolu bir ehl-i kâlb diyarıydı. Beni onların yanma götürüp gösterince onlara karşı tazarru ve muhabbetim çoğaldı. Her biri bana iyi gözle ve halisane bakıyorlardı. Bundan sonra beni Buhara'ya getirdi. Orada evlendirdi.

Kasr-ı Ârifan'da ikamet ediyordu. (Bu esnada Hâce Bahâeddin hazretleri buyurdular ki): "Buhârâ'da Kasr-ı Ârifan'da iken Hâce Ali Râmitenî hazretlerinin tâc-ı şerifleri bana ulaşıp geldi. O taç bana geldikten sonra halim iyileşip başkalaştı. Kalbimde muhabbet dolup taştı, ümidim kuvvetlendi. Sonra Emir Külâl hazretleri Kasr-ı Ârifan'a teşrif ettiler ve buyurdular ki:
"Hâce Baba Semmâsî hazretleri bana, "Oğlum Bahâeddin'den terbiye ve şefkatini esirgeme! Eğer onun terbiyesinde kusur edersen sana terbiye hakkımı helal etmem" demiş, Hâce Emir Külâl de "Eğer Hâce Hazretlerinin vasiyetini bırakıp da senin terbiyende kusur edersem namerd olayım" diye adamıştı.
Hâce Bahâeddin Nakşbend hazretleri anlatıyorlar:
Bir gece rüyamda Hakim Atâ'yı gördüm. Türk şeyhlerinin büyük-lerindendi. Rüyamda bana bir dervişi vasiyet etti. Ben de o dervişin simasını daima hatırımda tutardım. Kendisiyle görüşmek isterdim. Rüyamı nineme söyledim, "Oğlum sana Türk şeyhlerinden bir fütuhat olacaktır" diye tabir etti.
Bir gün Buhârâ'da gezerken o derviş ile buluştum. İsmi Halil idi. Fakat sohbetinde bulunmak nasib olmadı. Kederli bir vaziyette evime döndüm. O akşam birisi gelip: "Derviş Halil seni çağırıyor" dedi. O zaman çok sevindim ve bir mikdar hediye alıp hemen tazarru ve teslimiyetle gittim. Sohbetiyle şereflendim. Bana iltifat buyurdular. Rüyamı söylemek istedim. Bana Türkçe olarak: "Senin gönlündeki malûmumdur. Beyana hacet yoktur" dedi. Bu sözü işittiğimde bana bir hâl gelip muhabbetim arttı. Hizmetlerine devam ettim.
Bir müddet sonra Maveraünnehir sultanı vefat etti. Saltanatı veraset yoluyla o dervişe intikal edip kendisine Sultan Halil denilmeğe başlandı. O dervişi Buhara'dan götürdüler. O da beni bareberinde götürdü. Saltanatından önce kendisinde nasıl güzel haller gördümse, saltanatından sonra da o halleri gördüm. Bana kâh yumuşak, kâh sert muamele ederek tarikat âdabını öğretirdi. Marifet âdabı hususundaki terbiyesinin seyr ü sülûkde çok faydasını gördüm. Altı sene saltanat sürdü. Bütün sırlarına mahrem oldum. Her işini de ben idare ederdim. Ama zahirde hademe gibi zahir hizmetine koşardım. Çok kerre has ihvanı toplandıklarında derdi ki: "Her kim bize Allah rızası için hizmet ederse, halk içinde aziz, Allah katında ise mukarreb ve mükerrem olur." Bu sözünden beni kastettiğini anladım. Zira benden başka kimse ona Hakk rızası için hizmet etmezdi. Bu sözünden maksadı şu idi: Sultana hizmet, saltanatından dolayı olmayıp doğrudan doğruya Allah'ın azametinin gölgesi olduğu için layıktır.
Altı sene sonra saltanatı zeval buldu. Bundan sonra kalbim dünyadan tamamen söğüdü. Ondan sonra Buhâra'ya gidip Zivertun köyünde ikamet ettim.
Hâce Alaeddin Attar hazretleri, Hâce Bahâeddin Nakşbend hazretlerinin şöyle anlattıklarını nakletti: "Benim uyanıp tevbe ve inabe etmeme sebeb şu hadise olmuştur: Birisiyle bir evde yalnız oturuyordum. Gönlümde onunla sohbet arzusu belirdi. Ona döndüm, konuşmaya başladım. O anda kulağıma bir ses geldi, diyordu ki: "Her şeyi bırakıp bütün kalbinle hazretimize yöneleceğin vakit gelmedi mi?" Bu sesi duyduktan sonra bana başka bir hal geldi. O evden çıktım. Kararsızdım. Yakınlarda bir su buldum. O su ile guslettim. Elbisemi de yıkadım. Bu mahviyet içinde iki rek'at namaz kıldım. seneler geçti, bir daha bu namaz gibi namaz kılmak istedim, fakat muktedir olamadım."Şâh-ı Nakşbend Hazretleri buyurdular ki: "Cenab-ı Hak'dan üç şey istedim. Hatifden ses gelip "Onlar nelerdir?" dedi. Ben dedim ki:
Birincisi: Buhara'daki kabristanda ne kadar yatan varsa cümlesine şefaat edeyim, senin rahmetine nail olsunlar.

ww.uydulife.tv
__________________






sansar isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Eski 26.01.11, 23:52   #5
sansar
 
sansar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Kullanıcı Bilgileri
 
Üye Numarası: 2752
Üyelik tarihi: 27.12.2009
Yaşım: 55
Mesajlar: 3.980
Konular: 2849
Rep Bilgisi
Rep Gücü : 25
Rep Puanı : 764
Rep Seviyesi : sansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to behold
Aktivite
Level: 47 [♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥]
Paylaşım: 116 / 1166
Güç: 1326 / 49079
Tecrübe: 65%

İletişim
Standart

HAZRETİ ŞAHI NAKŞBEND Kuddise Sirruh
..:: 2 ::..

İkincisi: Benim tarikatıma girenler vuslat makamı ile müşerref olsunlar. Tarikatım kıyamete kadar devam etsin. Daima mürşidleri bulunsun.
Üçüncüsü: Hayatta vuslat müyesser olmadığı takdirde vefatlarından sonra kabirde terbiye edip vuslata erdireyim.
Cevaben, "Bu üç muradın da kabul olundu" diye hitab geldi. Bu mübarek tarikata girenler için bundan büyük müjde olmaz.
Hâce Bahâeddin Nakşbend anlatır: "Cezbe halinin galebesi ve kararsızlık zamanlarımda bir gece Buhârâ'nın etrafındaki kabirleri ziyaret ettim. Üç kabir gördüm. Her birinde bir kandil yanıyordu. O kandillerin yağları vardı, fakat fitillerini biraz çıkarmak lâzımdı ki ışığı artsın. O gece, Hâce Muhammed Vâsi' hazretlerinin kabrini ziyaret ettim. Bana işaret olundu, o zâtın kabrine götürdüler. O kabirde dahi yanar kandil gördüm. Orada kıbleye doğru oturdum. Bana bir gaybet arız oldu. Şunu müşahede ettim: "Kıble tarafından bir duvar yarılıp bir büyük taht göründü. O tahtın üzerine büyük bir zât oturmuş, önüne yeşil bir perde çekilmiş ve tahtının etrafını büyük bir cemaat çevirip oturmuşlar. O cemaat arasında Hâce Baba Semmâsî hazretleri de bulunuyordu. Bundan anladım ki onlar hâcegân cemaatidir. Fakat o taht üzerinde oturan kimdir diye merak ettim. Cemaatın ve o zâtın duruşundan heybet duydum. Cemaattan biri bana dedi ki: "O büyük taht üzerinde oturan zat Hâce Abdülhalık Gucduvâni'dir. Etrafında oturan cemaat da halifelerinden Ahmed Sıddık, Hâce Evliyâ-yı Kebir, Hâce Arif Rivgirî, Hâce Mehmed Fağnevî, Hâce Ali Râmitenîdir. Hâce Muhammed Baba Semmâsî'ye gelince: "Hayatta iken bununla görüştün. Sana tâc-ı azizanı verdi, biliyor musun?" dedi. Ben de "Evet biliyorum" dedim. Fakat ben o tac-ı şerifi unutmuştum. Buyurdu ki: "O tâc sana bir keramettir. Eğer sana bir belâ gelirse o tâc bereketiyle gider" dedi. O cemaattan biri bana dedi ki: "Hâce Abdülhalık Gucduvânî hazretleri sana birkaç nasihat edecek. Sülük yolu hakkında buna ihtiyacın var."
Kalktım Hâce hazretlerinin elini öptüm. İzin verdiler, Hâce Abdülhalık Gucduvânî hazretlerinin yüzünden perdeyi kaldırdılar. Selam verip mübarek ellerini öptüm. Huzurlarında ayakta durdum. Sülük başlangıcından ortalarına ve sonlarına dair halleri anlattılar. Söylediği sözlerden birisi şu idi: "Bahâeddin! O kabristanda kandilleri sana göstermeleri bir işarettir ki, senin bu tarikatta kabiliyetin vardır. Fakat kabiliyet fitilini biraz hareket ettirmek lâzımdır. Ta ki kabiliyetin meydana çıkıp Hakk'ın sırları kandilinde zahir ola! Yani kabiliyetinin gereğiyle amel etmen lâzımdır ki maksad hasıl ola. Her halinde ayağını şeriat caddesi üzerine koyasın. Azîmetlerle amel edesin. Sünnetlere tâbi olup bütün sünnetleri gücün yettiği derecede yaşamaya çalı-şasın. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in hadis-i şeriflerini daima önünde Masın. O'nün ve şerefli ashabının izlerini takib edesin."
Bu nasihatlardan sonra şöyle buyurdular: "Şimdi Nesef tarafına gidip Seyyid Emir Külâl'ın hizmetine devam et. Yolda giderken bir ihtiyara rastlarsın. Sana sıcak bir ekmek verecektir. Onu al fakat bir şey söyleme. Sonra bir atlıya rastgelirsin. Onun tevbe etmesi senin elindedir."
Bundan başka bazı işaretlerde daha bulundular. Bu sözlerinden sonra o cemaattan birisi bana dokunup gaybet halinden sahv haline getirdiler. O mezar başından kalkıp Zivertun'daki menzilime geldim. Evimdekilerden tâc-ı şerifi istedim. Onu görünce halim değişti. Çok ağladım. Yola çıktım. Sabah namazını Mevlânâ Şemsüddin mescidinde kıldım. Yola devam ettim. Bir ihtiyara rastladım. Bana bir sıcak ekmek verdi. Hızır aleyhisselam idi. Sonra bir kervana rastladım. "Ey yiğit, nereden geliyorsun ve ne vakit yola çıktın?" dediler. Güneş doğarken yola çıktığımı söyledim. Şaşırdılar ve, "O köy buraya dört fersahdır. Biz gecenin başında çıktığımız halde buraya ancak gelebildik" dediler.
Oradan geçtikten sonra bir atlıya rastladım. Selam verdim. Bana, "Sen kimsin? Ben senden korkuyorum!" dedi. Ben de: "Önünde tevbe edeceğin kimseyim" dedim. O da gelip önümde tevbe etti. Atı şarap yüklü idi. Hepsini döktü.
Oradan Nesef'e varıp Seyyid Emir Külâl hazretlerinin sohbetiyle müşerref oldum. O tacı huzuruna götürdüm. Bir müddet sükût ettiler. Sonra, "Bu tâc-ı şerif azizler hazarâtının tâc-ı şerifleridir" buyurdular. "Evet efendim" dedim. Bu tacı on çıkı içinde muhafaza etmemi emir buyurdular. Sonra nefy ü isbatı habs-i nefesle hafî olarak yapmamı bana telkin ettiler.
Hâce Abdülhalık Gucduvânî hazretlerinden işittiklerimin cümlesiyle amel ettim. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hazretlerinin ehâdîs-i nebeviyyelerini önümden eksik etmedim. Ashab-ı kiram hazarâtının izlerini takib ettim. Onlara tâbi oldum. Âlimlerden ayrılmadım. Cenab-ı Hakk'ın yardımıyla O'nun nice eserlerini müşahede ettim..
Hâce Alâeddin Attar, Hâce Bahâeddin Nakşbend hazretlerinden nakleder: "İlk zamanlarımda idi. Bir gece Zivertun mescidinde kıbleye dönmüş ve bir direğe dayanmış olarak oturuyordum. Fena gaybetinin eseri başladı. Ağır ağır beni istila etti. Ben tamamen mahvoldum. Bu tam mahv u fena halinden sonra bana: "Uyan! Sen matlub ve maksuda vasıl oldun!" dediler. Bundan bir müddet sonra beni vücuduma geri verdiler."
Hâce Alâeddin Attar, Hâce Bahâeddin Nakşbend hazretlerinin şöyle anlattığını nakleder: "İlk zamanlarımda idi. Zivertun'da bir bahçede idim. Aile efradım da benimle beraber o bahçede bulunuyorlardı. İlâhî cezbe, rabbani inayet eserleri zahir olmaya başladı. Bana bir ıztırab ve kararsızlık hali geldi. Hiçbir işim olmadığı halde malum işimle de meşgul olmadım. Kalktım, kıbleye dönüp oturdum. Bu teveccüh esnasında bana gaybet hali geldi ve fenayı hakikiye dönüştü. Fenâ-fillah'ın hakikatına ulaştım. Bu esnada kendimi bir denizde ve sonu olmayan bir yıldız olarak gördüm ve mahvoldum. Vücudumda hayat eseri kalmadı. Ben bu halde iken başımdakiler beşerî halimin bana iadesi için ağlıyorlarmış.
Hâce Bahâeddin Nakşbend kuddise sirruh'a başlangıç zamanlarında Üveys el-Karanî radıyallahu anh'ın rûhâniyeti teveccüh etmiş, zahirî ve bâtınî alâkalardan ayrı olarak onunla mülakat etmiştir. Aynı şekilde Muhammed bin Ali el-Hakîm et-Tirmizî hazretlerinin rûhâniyetine teveccüh edip onunla da bütün alâkalardan sıyrılmış olarak mülakat eylemiştir.
Hâce Hazretleri ilk zamanlarında Üveys el-Karanî hazretlerinin rûhâniyetine teveccüh edip kendi vasıflarından sıyrılarak uzun müddet onun siretiyle yaşadı. Sonra tekrar kendi siretine girdi.
Hâce Nakşbend hazretleri buyurmuşlardır ki: "Bu tarikatte kendi vücudunu nefy edip nefsini görmemek büyük bir başarı olup Allah'a vasıl olmanın ve kabul edilmenin sermayesidir. Bu şekilde ben kendi nefsimi bütün tabakalardaki mevcudatın nefislerine nisbet eyledim, bütün mahlukat ile kıyas ettim, hakikat gözüyle hepsini de kendi nefsimden güzel buldum. Bütün fazlalıklara baktım, her birinde bir fayda gördüm, kendi nefsimde görmedim. Sonra köpeğin artığına baktım, "bunda da ne fayda olacak?" dedim. Sonra kendime geldim gördüm ki onda da bir fayda vardır. Gerçek olarak bildim ki asla nefsimde bir menfaat yoktur."
Hâce Alaeddin Attar anlatıyor: "Hâce Nakşbend hazretleri, bu tarikatta olanlara şefkatinden dolayı himmet yüceliğinin ne olduğunu öğretir ve derdi ki: "Maksuda ermek için ayağınızı başıma basıp geçmedikçe size hakkımı helal etmem."
Hâce Nakşbend hazretlerinin sözlerini toplayan Hâce Salâh der ki: "Şu hadise, müridin bütün menzillerinde şeyhinin onun rehberi olduğunu gösterir. Bütün hal ve sıfatlardan terakki etmek, şeyhin zahir ve bâtın lûtf u himmetine bağlıdır. Çünkü müridi himmet burakına bindirip beşeri kayıdlardan mele-kiyyet burçlarına yükseltecek olan şey, mürşidin himmetidir. Hazret-i Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem, Hazret-i Ali radıyallahu anh'e emretti ki, "ayaklarınla omuzlarıma bas, Kabe duvarındaki putları kır." Hazret-i Nakşbend, bu sözüyle bu hâdiseye işaret etmiştir.
İlim ehli birisi şöyle anlatır:
"Hâce hazretlerine muhabbetim olduğu halde gidemezdim. Buhârâ'da ilimle meşgul olduğum günlerden birinde akşam vakti Hâce hazretlerine gitmekte niye acele etmiyorsun?" dedi. Ben de: "Onun nurani meclisini bu kesif vücudumla ne hakla kirletebilirim? Onun huzuruna gitmem için temizlenmem lâzım" diyerek özür beyan ettim. O talebesinin teşvikiyle Hâce hazretlerinin menziline ertesi sabah vardım. Mübarek simasıyla şereflendim. İhvanından birine dönüp dedi ki: "Ehl-i ilimden olup bize muhabbeti olan biri vardır. Bazı vakitlerinde bizimle sohbet etse.." Sonra bana dönüp: "Sizinle niye az görüşüyoruz?" dedi. Ben de "Sizin meclisinizi bu kesif vücudumla bulandırmaya ne hakkım olur?" dedim. Bana dedi ki: "Hâl bildiğin gibi değil. Gel gidelim, sana bir arkadaşımı gösdereyim" dedi. Beni bir yere götürüp bir köpek gösterdi. Yolda beni hem tecrübe eder, hem sohbet ederdi. Bana dedi ki: "İşte arkadaşım bu hayvandır. Sizin hikayeniz de ne ola kil?" Sonra bir şiir söyledi: "Şu köpeğin hali, ruhu için bir mahal, kalbi için bir kıymet takdir edenin halinden daha güzeldir."
Bunu Hâce hazretlerinden nakleden zât der ki:
"Bak ey kardeşim! Bu emsalsiz tevazu, bu müstesna zattan sâdır olmuştur. O, terakki ettiği makamlara bununla terakki etmiş, nail olduğu şeylere bununla nail olmuştur. Onun tarikatının temeli budur. Şeyh Ebu Medyen bu mânâya işaret ederek: "Nefsi için hal ve makam isteyen kimse, muamele tariklerinden çok uzakta kalmıştır."
Atâullah el-İskenderî "Hikem" inde der ki:
"Bütün ma'sıyet, gaflet ve şehvetlerin aslı nefisden razı olmak, bütün taatlarm ve manevi uyanıklık halinin devamı, iffetli olmanın aslı da nefsin emrine uymamaktır. Nefsinin emrine uymayan bir cahile tâbi olmak, nefsinin emrine uyan bir âlime uymaktan daha iyidir. Bu tecrübe edilmiş bir ilaçtır. Öldürücü zehiri bununla giderip şifa bulabilirsin."
Hâce Alaeddin Attar hazretleri, bu yolun hakikat erlerinden nakleder ki, şöyle buyurmuşlardır:
"Bu tarikata giren, kendi nefsini Firavundan yüz kat aşağı bilmedikçe bu tarikattan istifade edemez."
Kıpçak sahrası tarafından Buhâra'ya büyük bir ordu gelip kaleye girdiler. Asker hayli fazlaca olduğu için izdiham sebebiyle bir kısmı dışarıda kaldı ve orada otururdu. Orayı mescid yapmışlar, cemaatle namaz kılarlardı. Bizzat kendisi de o temizlik işlerine iştirak ettiğini sonra bize nakletti.
Hâce Bahâeddin Nakşbend hazretlerinden naklolunmuştur, şöyle anlattılar: "İlk cezbe hallerindeydim. Kendisiyle Allah için muhabbetleştiğimiz birisiyle karşılaştım. Bana dedi ki: "Öyle zannediyorum, Allah katında sevgililerdensin. "Ben de dedim ki: "Sevgililerin nazarı bereketiyle onlardan olmayı ümid ediyorum." Bana sordu:
- Günlerini nasıl geçiriyorsun?
- Bulunca şükrediyorum, bulamazsam sabrediyorum, dedim. Tebessüm etti ve dedi ki:
- Bu iş gayet kolay. Asıl mesele, bir haftada bir lokma yiyecek, bir yudum içecek bulamadığın zaman nefsini razı edip boyun eğdirmektir. Öyle ki sen ona bir şey vermeyeceksin, o da sana baş kaldırıp istemeyecek!
Kendisine ısrar ederek bu hususta bana yol göstermesini rica ettim. Dedi ki: "Sahraya çıkacaksın. Nefsin bütün mahlûkattan ümidini kesinceye kadar yürüyeceksin. Belki biri çıkar da faydası olur, diye ümid edemez hale geleceksin. Bu şekilde üç gün yola devam et. Dördüncü gün karşına bir dağın eteklerinde çıplak bir ata binmiş bir süvari çıkacak. Ona selam verip geç. Sen üç adım gidince, arkandan: "Ey delikanlı! Yanımda bir ekmek var, almaz mısın?" diyecek. Sen ona dönüp bakma. Bu şekilde yoluna devam et" dedi.
ww.uydulife.tv
__________________






sansar isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Eski 26.01.11, 23:53   #6
sansar
 
sansar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Kullanıcı Bilgileri
 
Üye Numarası: 2752
Üyelik tarihi: 27.12.2009
Yaşım: 55
Mesajlar: 3.980
Konular: 2849
Rep Bilgisi
Rep Gücü : 25
Rep Puanı : 764
Rep Seviyesi : sansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to behold
Aktivite
Level: 47 [♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥]
Paylaşım: 116 / 1166
Güç: 1326 / 49079
Tecrübe: 65%

İletişim
Standart

HAZRETİ ŞAHI NAKŞBEND Kuddise Sirruh
..:: 3 ::..

Ben onun söylediği şekilde sahraya girdim. Üç gün müddetle yola devam ettim. Döndüncü gün dağın kenarında bir atlı karşıma geldi. Selam verip geçtim. Bana ekmek vermek istedi, ben dönüp bakmadım.
O aziz, bana bundan sonra gönül yapmamı, kimsesiz fakirlere, gönlü kırıklara, halktan hiç kimsenin dönüp bakmadığı düşkünlere hizmetle meşgul olmamı, düşkünlüğün ve kalbi kırıklığın ne olduğunu gö2:ümle görmemi emretmişti. Dediği şekilde ve söylediği müddet kadar bununla meşgul oldum.
O aziz bana bir müddet de hayvanların hizmetinde bulunmamı, bunu da meskenet ve ihlas ile yapmamı, onların da aynı sekide Allah'ın mahlukatı olduklarını, onlara da Cenab-ı Hakk'ın, rububiyyet nazarıyla baktığını, herhangi birinin sırtında veya bir yerinde yara varsa sarmamı emretmişti. Emrettiği şekilde ve söylediği müddet kada, r hayvanların hizmetiyle meşgul oldum. Yolda bana bir hayvan rastladığı zaman o geçinceye kadar durup o geçmeden geçmezdim. Uzun bir müddet buna riayet ettim.
Sonra bana, kedi ve köpekleriyle meşgul olup onlara hizmet etmemi emretmişti. İhlas ve mahviyetle onlardan meded umarak hizmette bulundum.
O aziz sonra bana, "Sen o köpeklerden birine rastlayacaksın. Onun sebebiyle büyük bir seadete nail olacaksın" demişti. Bunu ganimet bilerek işareti üzere bu hizmetle meşgul oldum. Bir gece bir köpeğe rastladım. Bana başka bir hal geldi. Bu köpeğin yanında onunla beraber tazarruda bulundum. Bana öylesine bir ağlamak geldi ki anlatamam. Ben bu hal içindeyken bu köpek sırtını yere koymuş, yüzünü semalara çevirmiş, dört elini semaya açmış, büyük bir hüzün içinde ah ederek tazarru ile dua ediyordu. Ben de tazarru ve mahviyetle ellerimi kaldırıp onun dediklerine "âmin" dedim. İşte bu hayvan uzunca dua ve tazarru ettikten sonra sükûnet bulup eski haline geldi.
Bu vakitlerde sıcak bastığı zaman evimden yine dışarıya çıktım. Yolda, güneşin cemalini seyre dalmış bir güneş keleri gördüm. Onun bu halinden o kadar zevk aldım ki, gönlüme, ondan şefaat rica etmek geldi. Huzurunda hürmet ve mahviyetle durdum. Ellerimi kaldırdım. Bu hayvan istiğrak halinden geçti, sırtını yere koydu, yüzünü semaya çevirdi, bir müddet dua etti. Ben de "âmin" dedim.
O aziz sonra bana yollarda hizmet etmemi söylemişti. Onun emrine göre yolda insanlara tiksinti verecek bir şeyi görsem onu hemen temizleyip oradan uzaklaştıracaktım. Her tarafın toz toprak içinde kalmadığı vakit olmazdı. O azizin bana emrettiği her işi sadâkatle yerine getirdim. Her birinin faydasını gördüm. Terakki etmemde bunların büyük faydası oldu."
İşte bak ey kardeşim, bu sülûkü iyi düşün, anlamaya çalış. Bu yolda ilerlemek ne riya ile, ne çok namaz kılmakla, ne çok oruç tutmakladır. Tam fenaya erip Cenâb-ı Hakk'ın rızası olan hiçbir hizmeti küçük görmeden çalışmaktadır.
Abdüılkadir Geylânî hazretleri buyururlar ki: "Ey kardeşlerim! Ben Allah'a sadece gece namaz kılmakla, gündüz oruç tutmakla, ilim okutmakla değil, cömeırdlik, tevazu ve sadr selâmeti ile vâsıl oldum."
Hâce Nakşbend hazretleri ihtiyarlık zamanlarında şunu anlatmıştı:
"Sülûkümün ilk zamanlarında idi. Bir menzilde ihvanımızla beraber kalıyorduk. O gece gusletme ihtiyacı hasıl oldu. Dışarıya çıktım, nereye var-dımsa buz tutmuş. Altından su almak için buzu k'ıracak bir şey de bulamadım. Kendi ihtiyacım için ihvanımı rahatsız edecek bir ses çıkarmayı da istemedim. İçlerinden kimseyi de tanımıyordum. Çünkü hepsiyle de yeni görüşüyordum. Yanımda eski bir kürk vardı. Bu soğukta Zivertun'dan Kasr-ı Ârifan'a yürüdüm. Evimize vardım. Onları da halimden haberdar edip rahatsız etmek istemedim. Evin etrafından gusletmek için müsaid bir imkân aradım. Mescidin havuzunun kenarında deriden bir kova buldum. İyice bir meşakkat çektikten sonra buzu kırabildim. Bu sebeble elim de yaralandı. Kovaya suyu doldurup guslettim. Eski kürkü giydim. Aynı geldiğim gibi gece Kasr-ı Ârifan'dan Ziver-tun'a gittim.
Düşün ey kardeş! Bak, tarikatımızın imamı zahirini düzeltmek için çalışıp şeriatın incelikleriyle nasıl amel ediyor! Bir gecesini bile o haliyle geçirmiyor. Teyyemmüme ruhsat varken azimetle emrolunduğu için bütün meşakkatlere katlanıyor, ihvanından hiçbirini rahatsız etmeden, halini onlardan gizleyerek, kendi evine bile duyurmadan ihlasla amel ediyor. Bu hadisede, sana birçok dersler vardır. Şeriatın incelikleriyle amel etmen için, Allah yolunda nefislerine olan muamelelerini, mâsivâdan nasıl sıyrıldıklarını, Allah yolunda hizmetten başka endişeleri olmadığını düşün, anla!
Hâce Bahâeddin Nakşbend anlatır:
"Yine aynı cezbe halinde idi. Uzun zaman yürüdüğüm için ayağım dikenden yaralanmıştı. Omuzumda eski bir kürk vardı. Kış mevsimiydi. Hava çok soğuktu. O gece muhakkak seyyid Emir Külâl hazretlerinin sohbetinde bulunmak istiyordum. Menzile vardığımda Emir Külâl hazretleri ve dervişleri oturmuşlar, o da sohbet ediyordu. Beni görünce "O kimdir?" diye sordu. Beni tanıyınca, "Derhal onu bu menzilden çıkarın!" dedi. O anda nefsim baş kaldırıp isyan edecek oldu. Beni teslim almak istedi. Allah'ın yardımı imdadıma yetişti ve, "Bu züll ü inkisara Hak nzası için tahammül edeceğim. Kapı bu kapıdır, bundan başka gidecek kapı var mı?" dedim. Başımı, tevazu ve mahviyetle sahibimin eşiğine koydum. "Ne olursa olsun, başımı bu eşikten kaldırmayacağım" dedim. Kar, ağır ağır yüzüme vuruyordu. Hava daha da soğumuştu. Sabah yaklaşınca Seyyid Emir Külâl hazretleri menzilden çıkarken ayağını eşikteki başım üzerine bastı. Sonra beni alıp içeriye girdi. Bana: "Oğulcuğum, artık seadet libası üzerindedir", dedi. Mübarek eliyle ayağımdaki dikenleri çıkardı. Yaraları temizledi. Bana birçok lûtuflarda bulundu.
Ey sâdık mürid! Tarikatımızın imamının çektiği meşakkatlere bak. Kapıdan kovulmasına rağmen başını eşiğe koyup sadakat göstermesine bak.
Bahâeddin kapıya geldiği vakit, Emir Külâl hazretlerinin onu tanımadığını zannetme. Emir Külâl, o altının ne kadar halis olduğunu, haddinden fazla mücahede ve meşakkate ihtiyacı bulunmadığını biliyordu. Fakat halis altın, taşlara sikke olarak nakşedilmesi ve geçerliliğini uzun zaman devam ettirebilmesi için daha birtakım muamele görmesi lâzımdır. Biraz daha temizlenmeğe ihtiyacı vardır. Bunun için sülük erbabının hizmet ve mücahede ateşiyle terbiye edilmesi onlar için zaruridir. Bu sebeble sen de müridlik altınını temizle.
Bu gibi Allah adamlarıyla karşılaştığın zaman sadâkat ve edebini muhafaza et. Emirlerine ve yasaklarına dikkat et. Senin mayana karışan bazı kötü hasletler böyle temizlenir. Onları sevenleri sev. Sevmediklerini sevme. Tükenmeyen hazineye böyle nail olursun.
Bundan sonra Hâce Alaeddin Attar, Hâce Bahâeddin Nakşbend hazretlerinin kendi riyazat ve mücahedelerini anlattığını, bir de müridlerin daha işin başında iken gevşeklik gösterdiklerini anlatıp şöyle buyurduğunu nakletti: "Her sabah, başını kapının eşiğine koymuş birine rastgelir miyim? diye bakıyorum, bir tane göremiyorum. Gördüğüm şu ki, hepsi şeyh olmuşlar, içlerinde mürid yok."
Hâce Nakşbend hazretleri müridliğin şartından bahsederek: "Mürid, şeyhin elinde, gassal elindeki meyyit gibi olacak. Ona karşı irade ve ihtiyarı bulunmayacak. Şeyhine tamamen teslim olacak ki onu zahirî ve bâtınî pisliklerden temizlesin," buyurdu.
Bir müridin bunu anlaması, bütün devalara sahib olması demektir. Bu anlaşılmadığı için netice alınmıyor. Bu Allah'ın bir lûtfudur, dilediğine verir. Fakat, maalesef müridlerin pek çoğu birtakım hayallere tutulmuşlar, yanlış şeylere bağlanmışlar. Şeyhleri onların hayallerine uymayan bir hakikat söylediği zaman hemen baş kaldırıyorlar. Anlaşılıyor ki onlar yanlış itikadlarının müridi olmuşlar. Şeyhlerine talebe, Mevlâ'ya mürid olan yok. Bunun için hepsi şeyh olmuş, mürid yok, buyurulması bundandır.

Hâce Nakşbend hazretleri anlatıyor:
Bir vakit ben Buhârâ'da, Seyyid Emir Külâl de Nesef'de idiler. Beni onun mübarek sohbetinde bulunma arzusu sardı. Nesef taraflarına yöneldim. Hizmetine ulaştığım zaman bana: "Oğlum mübarek bir vakitte geldin. Yemeği hazırladık fakat pişirmek için odun lâzım" dedi. Hizmete kabul edildiğimden o kadar mesrur oldum ki, Cenab-ı Hakk'a şükrederek odun toplamağa gittim. Dikenli odunları sırtıma yüklenerek menzile geldim dilimden, "Maksud Kabe'sinin cemali bizi öylesine cezbetti ki, o neş'e ile dolaşırken sırtımızda çektiğimiz dikenli odunlar bize ipek gibi yumuşak ve tatlı gelirdi" mısraları döküldü.
Hâce Hazretleri, bağlandığı kapının dikenlerini ipekten yumuşak ve tatlı bulduğu için vuslat semasına yükselmiş, bu sayede terakkî etmiştir.
Sen böyle yapamasan bile onların huzurunda ve gıyabında tazarru ve mahviyet göster. Onlara karşı gelme necasetinden, istiğfar ve teslimiyet suyuyla temizlen. Özür beyan ederek zînetlen ve şunu bil ki, hepsi elde edilemeyen şeyin hepsi terkedilmez.
Naklolunur ki, Hâce Bahâeddin Nakşbend hazretleri Kasr-ı Ârifan'da bir mescidin inşasında başı üstünde taş taşırdı ve: "Senin işini can u gönülden yaparım. Nasıl olur da yapmam ki! Senin yükünü başım üstünde taşırım. Nasıl olur da taşımam ki!" beytini terennüm ediyordu.
Hâce Hazretleri burada Rasûl-i Ekrem Efendimizin Hendek savaşındaki hareketlerine ve ashab-ı kiramının izlerine tâbi olmuşlardır. Bilindiği gibi onun yolu Rasûlullah'ın ve ashabının yoludur. Onun yolunda hizmet en büyük seadettir.
Reşehât'da naklolunur ki: "Zamanın büyüklererinden olan Şeyh Nureddin Buhârâ'da vefat edince Hâce Nakşbend hazretleri şeyhin yakınlarına taziyede bulunmaya gitti. Onlar yüksek sesle ağlıyorlardı. Oraya gelenler bundan rahatsız olmuşlardı. Onları yüksek sesle feryad etmekten nemetmelerine rağmen herbirisi bir şey söyledi, Hâce Hazretlerinin sözünü tutmadılar. Hâce Hazretleri de: "Benim ecelim geldiği zaman size ölümün yolunu öğretirim" dedi.
Mevlânâ Muhammed der ki: "Bunu iyice merak ettim. Hâce Hazretleri son hastalığında iken evinden çıkıp ribata gitti. Halvette oturdu. Yakın ihvanı da yanında idiler. Hâce hazretleri etrafındakilerin yüzlerine fazla bakmadan onlara şefkatli olmalarını tavsiye ediyordu. Son nefesinde ellerini uzun bir müddet kaldırdı, dua etti. Duasını tamamlayıp ellerini yüzüne sürdü. Sonra âhiret yurduna intikal ettiler."
Hâce Ubeydullah Ahrar, Hâce Alâeddin Attar'dan nakleder; Hâce Alâeddin diyor ki: "Hâce Bahâeddin Nakşbend hazretleri son nefeslerinde iken yanında bulunuyordum. Bakışları bana ilişti. "Ya Alâeddin! Yemek sofrasını koy, yemek ye!" buyurdular. Emirlerini tutmuş olmak için ya bir lokma yedim, ya iki lokma. Gözlerini kapattı. Sonra açıp dört defa: "Yemek ye!" buyurdular. Oradakiler, "Acaba Hâce hazretleri müridleri terbiye için yerine kimi bırakacak?" diye gönüllerinden geçiriyorlardı. Hâce hazretleri firaset buyurup:
- Şu vaktimde gönlümü karıştırmayınız! Bu iş benim elimde değildir. Allah Teâlâ kimi tayin ederse sizin terbiyenizle o meşgul olur!" buyurdular.
Hâce Ali der ki: "Hâce Nakşbend hazretleri bana kabrini kazmamı emir buyurdular, işimi bitirip huzurlarına geldim. Acaba Hâce hazretleri yerine kimi bırakacak? diye meşgul oluyordum. Firasetle: "Hicaza yolculuk yaparken dediğimi derim: Bana kavuşmak isteyen Hâce Muhammed Pârisa'ya kavuşsun! dedi ve âhirete intikal eyledi. Rahatsızlığının ikinci günüydü.
Hâce Alâeddin Attar anlatır: "Hâce Hazretleri son nefeslerinde iken Yasin suresini okumaya başladım. Surenin yarısına gelince öyle nurlar zuhur etti ki tahammül edemeyip okumayı bıraktım. Kelime-i tevhidle meşgul olmaya başladım. Biraz sonra son nefeslerini verdiler.
Yediyüz doksan bir senesi Rebiulevvel ayının onüçüncü günü ve pazartesi gecesi idi. Allah Teâlâ hazretleri bütün din kardeşlerimizi feyzinden ve şefaatlerinden mahrum etmesin, amin.

- Bu yazı Muhammed b. Abdullah el-Hânî'nin ADABisimli kitabından derlenmiştir. Yayınevi: Erkam
ww.uydulife.tv
__________________






sansar isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Eski 26.01.11, 23:54   #7
sansar
 
sansar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Kullanıcı Bilgileri
 
Üye Numarası: 2752
Üyelik tarihi: 27.12.2009
Yaşım: 55
Mesajlar: 3.980
Konular: 2849
Rep Bilgisi
Rep Gücü : 25
Rep Puanı : 764
Rep Seviyesi : sansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to behold
Aktivite
Level: 47 [♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥]
Paylaşım: 116 / 1166
Güç: 1326 / 49079
Tecrübe: 65%

İletişim
Standart

İMAM RABBANİ Kuddise Sirruh
..:: 1 ::..

Selefin ve halefin iftihar ettiği rabbânî âlim, kâmil insan, evliya ve asfiyânın yüz akı, teşrifiyle asırların yüzünü güldüren, kemale eren ve erdiren, korkulu yollardan kurtarıp emn ü emânâ yol gösteren, halkı Allah'a hakk ile davet eden, zamanının biricik kutbu, Allah'ın sevdiği insan, rabbani âlim, ikinci bin yılın müceddidi.
Nesebi Hazret-i Ömeru'l-Faruk radıyallahu anh'e dayanmakla Fârûkî diye anılır. Meşrebi hanîfî, mezhebi hanefî, tarîkatı Nakşbendîdir. Doğum yeri Serhind'dir.
Muhammed Masum hazretlerinin hadimi Şeyh Muhammed Bakır hazretleri "Kenzü'l-Hidâyâf'ında der ki: "İmam Rabbânî hazretleri, dokuzyüz yetmiş bir hicri senesi Muharreminin aşura gününde Serhind'de dünyaya geldi. Akli ve naklî ilimlerin tamamını muhterem pederleri Şeyh Abdü'l-ehad kuddise sirruh hazretlerinden ve zamanının muhakkıklarından tahsil etti. Kadiriyye, Sühreverdiyye ve Çeştiyye tarikleriyle meşgul olup her üçünde de irşada babası tarafından mezun kılındı.
On sekiz sene ilim neşriyle ve sâliklerin terbiyesiyle meşgul oldu. Fakat bütün tarikatlardan üstün olması sebebiyle Nakşbendî tarikına muazzam bir iştiyakı vardı. Mevlânâ Hâcekî Emkenekî hazretleri onu Hâce Muhammed Bakî hazretlerine gönderdi. İmam Rabbânî, Nakşbendî tarikini ondan aldı. Ona sadakatle hizmet edip maksudu iki ay zarfında hasıl oldu. Hatta Hâce Muhammed Bakî hazretlerinin mahbubu olup kâmil ve mükemmil olduğuna şehadet ederek müridlerin irşadını ona bıraktı. Üstelik kendisini de irşad etmesini ondan rica etti. Hâce Muhammed Bakî hazretleri onun "kutb-i azam" olduğuna hükmetti. İmam Rabbânî hazretleri de irşada kendini vakfeyledi.
İmam Süyûti hazretlerinin "Cem'ul-Cevâmi"' adlı hadis mecmuasında nakledildiği üzere Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem "Ümmetim içinde, kendisine "sıla" denilecek bir adam gelecek. Onun şefaatıyla niceleri fayda bulurlar" buyurmuşlardır. Müceddid hazretleri Mektûbât'ında, "Beni iki deniz arasında sıla eyleyen Cenab-ı Hakk'a hamdolsun" der.
Sıla, iki şeyi birbirine bağlayan bağ demektir.
Hâce Muhammed Bakî hazretlerinin halifelerinden Mir Husameddin Hazretleri bir gün Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'i rüyasında gördü. Rasûl-i Ekrem, minberde Ahmed Fârûkî'yi sena ediyor ve "Ben, ümmetimde onun varlığıyla iftihar ediyorum. Cenab-ı Hak, onu ümmetim içinde müceddid kılmıştır" diyordu."
Onun zuhurunu zamanının büyük velileri müjdelemişlerdir. Hâcekî Emkenekî hazretleri, en büyük halifesi bulunan Hâce Muhammed Bakî hazretlerine dedi ki: "Hindistan'da bir zât zuhur edecek ve asrının imamı olacak. Onun menzil-i maksuduna vasıl olması senin elinle olcaktır. Ona itina gös-teresin. Ricalullah onun zuhurunu beklemektedirler."
İmam Rabbânî, Hâce Muhammed Bakî hazretlerine ulaşınca Hâce Bâkî hazrretleri: "Bana müjdelenen sensin" buyurdular.
Gavs-ı Âzam Abdülkadir Geylânî hazretleri vefatından sonra İskent emiri olan torununa emaret bıraktığı hırkasını İmam Rabbânî hazretlerine bizzat kendileri giydirmişlerdir.
Bir tacir anlatır: Gavs-ı Âzam hazretlerine muhabbetim çok fazlaydı. Birçok zamanlarda imdadıma yetişir, müjdeler verir, zor anlarımda bana yardım ederdi. Bir gün bana dedi ki: "Sen büyük bir imdada nail oldun. Fakat sana zahiren de bir şeyh lâzımdır". Ben de: "Kime gideyim?" dedim. Dedi ki: "Şeyh Ahmed Serhindî'ye git. Çünkü bugün zahiren ve bâtınen zamanın kutbu odur."
Bunun üzerine doğruca Ahmed Fârûkî hazretlerine gittim. Ondan ne kadar istifade ettiğimi, neler müşahede ettiğimi anlatamam.
Serhind'e Belh'in büyüklerinden bir adam geldi. Müceddid hazretlerini görünce dedi ki: "Ben Belh şehrinde idim. Bir cenaze geldi. Eski ve yeni Maveraünnehir evliyası o cenazede bulundular. Hâce Abdülhalık Gucduvânî ve Hâce Bahâeddin Nakşbend hazretleri de bulunuyorlardı. Oradakilerden birine: "Bu zat kutubdur. Buradakiler de kutbu'l-aktabı bekliyorlar." O sırada nûrânî bir zat geldi. Onu öne geçirip imam ettiler. O adama "bu zat kimdir?" diye sordum, "Şeyh Ahmed Fârûkî hazretleridir" dedi.
İmam Rabbânî hazretleri buyurdular ki: "Benden sâdır olan ilimler, velayet sınırlarının dışında olup nübüvvet nuruna mensubdur. İkinci bini Rasûl-i Ekrem'in isr-i pâkine uyarak yeniledim. Ulemâ gibi erbâb-ı velayet bile bunun idrakinden acizdirler. Çünkü bu, âlimlerin ilminin ve evliyanın marifetlerinin ötesindedir. Şu görünen ilimler, bu ilme nisbet edilirse kabuk oldukları görülür. Bizim ilmimiz ise özün özüdür. Cenab-ı Hak bize, şeriatına esas kıldığı ilmin özünü öğretmiştir. Bizim ilmimiz, zat ve sıfat ilminin özüdür. Allah onu, bize nasib etmiştir."
İmam Rabbânî hazretleri yine buyuruyorlar ki: "Tevhîd-i vücûdînin, yani vahdet-i vücud fikrinin esrarını anladım. Bu makamdan pek çok ilim bana doyasıya verildi. Şeyh-i Ekber Muhyiddin Arabi hazretlerinin maarifi bana verildi. Onun beyan ettiği tecelli-i zatî ile müşerref oldum ki, Şeyh-i Ekber Hazretleri bunu urûcun sonu, velayetin de tamamı olarak kabul etmiştir."
Yine buyurdular: "Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana, "sen ilm-i kelamda müctehidlerdensin. Cenab-ı Hak kıyamet gününde senin şefa-atınla binlercesini mağfiret edecektir." buyurdu ve beni irşada mezun kıldıklarını mübarek elleriyle yazdılar ve, "Bundan önce kimseye yazmadım" buyurdular.
İmam Rabbânî yine buyurdular ki: "Kur'an'ın müteşâbihâtının ve mukattaâtının sırları bana açıldı. Her harfin altında Zat-ı Sübhânî'ye delâlet eden bir ilim denizi gördüm. Eğer onlardan bir tanesini açıklasam boynum kesilir."
Yine buyurdular ki: "Kıyamete kadar bizim tarikatımıza intisab edeceklerin isimleri bana bildirildi."
İmam Ebû Dâvud, Sünen'inde, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sel-lem'in, "Allah Teâlâ her yüz senede bir, bu ümmetin din işlerini tecdid edecek birini gönderir" buyurduğunu rivayet etmiştir. (Ebu Davud, Sünen, 31 Melâhim/1)
İmam Rabbânî hazretleri yine buyurmuşlardır ki: "Nakşbendiyye, kadiriyye ve diğer silsile meşayıhının makâmâtının cümlesine vasıl oldum. Bundan önce Hızır aleyhisselam'ın rûhâniyetinden ilm-i ledünne nail oldum. Bunların cümlesi Sultan-ı Enbiya sallallahu aleyhi ve sellem'in hakiki verasetine layık oluşum sebebiyle Allah'ın bir lütfü olarak hasıl olmuştur."
Müceddid hazretleri yine buyurdular ki: "Cenab-ı Hak, hidayet konusunda bana büyük bir kuvvet ihsan buyurdu. Eğer kuru ağaca teveccüh etsem biiznillah yeşerir. Bu hasletlerimiz, evladlarımız vasıtasıyla kıyamete kadar devam edecektir."
Yine buyurdular ki: Her ne zaman miraç etmek istesem bana müyesser olur. Bazan da ben murad etmeden vuku bulur. Cenab-ı Hak beni Hazret-i Ahmed sallallahu aleyhi ve sellem'in toprağının artığından yaratmıştır."
İmam Rabbânî buyurdular ki: "Tarikattan maksad, şeriat ilimlerinde ilerleyip burhandan kurtularak keşfe geçmektir. İlme'l-yakîn: delilleri görmek; ayne'l-yakîn: Hakk'ın delil ile bilindiğini bildikten sonra müşahede, yani fenâ-fillah'dır. Hakkâ'l-yakîn ise, yakîn derecesinin yükselip yakîne erenin aradan çıkmasından sonra Hakk'ın müşahedesidir. Buna beka-billah denir. Cenab-ı Hak bunu, "Böyle bir kulum benimle işitir, benimle görür..." kudsi hadisiyle beyan buyurmuştur.
ww.uydulife.tv
__________________






sansar isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Eski 26.01.11, 23:55   #8
sansar
 
sansar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Kullanıcı Bilgileri
 
Üye Numarası: 2752
Üyelik tarihi: 27.12.2009
Yaşım: 55
Mesajlar: 3.980
Konular: 2849
Rep Bilgisi
Rep Gücü : 25
Rep Puanı : 764
Rep Seviyesi : sansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to behold
Aktivite
Level: 47 [♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥]
Paylaşım: 116 / 1166
Güç: 1326 / 49079
Tecrübe: 65%

İletişim
Standart

İMAM RABBANİ Kuddise Sirruh
..:: 2 ::..

Şeyh Yunus hazretlerinin Meârif-i Sufiyye kitabında nakledildiğine göre İmam Rabbânî hazretleri buyurmuşlardır ki: "Sufiyyenin ilimlerinin ve marifetlerinin ve seyr u sülüklerinin sonu, şeriat ilimlerinden başka bir şey değildir. Bunun etrafında birçok ilim vardır. Fakat bir yere kadardır. Ondan sonra biter. Şeriat, dünya ve ahiret seadetine kefil olmuştur. Hiçbir murad ve maksud yoktur ki, onu tahsilde şeriattan başka bir şeye muhtaç olunsun. Tarikat ve hakikat ise şeriata hizmet ederler. Tarikat ve hakikati tahsil etmek, şeriatı iyi anlamak içindir. Aradaki fark şudur: Ulemânın ilimleri nazarîdir ve delile dayanır. Bizimki ise keşfe dayanır ve zaruri ilimlerdir."
İmam Rabbani yine buyurdular ki: "Kalbin selâmeti, Allah'dan başkasına yönelmemektedir. Kalbin ilacı ise oradan mâsivâ muhabbetini temizleyici olan cila ile, yani Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem'e ittiba cilasıyla cilalanmaktır."
Tevhid hakkında buyurdular ki: "Tevhid iki kısımdır: Tevhid-i şuhûdî, tevhîd-i vücûdî:
Bilinmesi lâzım gelen tevhîd -i şuhûdîdir. Fena bahsi bundadır. Tevhîd-i şuhûdî akıl ve şeriata muhalif düşmez. Tevhîd-i vücûdî ise akıl ve şeriata muhalif düşer. Şu misal bunu açıklamak içindir: "Güneş doğup da yıldızlar görünmez olduğu zaman birisi, "Gökyüzünde güneşten başka bir şey yoktur" dese bu söz doğrudur. Aklî ve şer'î ölçülere muhalif düşmez. Çünkü böyle bir kimse gözlerinin zaafından dolayı o anda ancak güneşi görebilmektedir. Şayed gözleri güneşle beraber yıldızları da görecek kadar keskin olsaydı yıldızları da görecekti. Eğer güneş doğmadan "gökte güneş vardır" dese bu söz hem akla, hem şeriata muhalif olur."
Meşâyih-ı kiramın tevhid konusundaki sözlerini tevhid-i şuhûdi kısmına yüklemek lâzımdır ki şeriata muhalif düşmesin. Tevhid-i vücûdî ilme'l-yakîn mertebesindedir. Burası da hayret makamıdır. Hallâc'ın "ene'l-hakk', Bâyezîd'in "sübhânî" sözleri buraya girer. Çünkü bu sözleri söylerken onlar ayne'l-yakîn makamında idiler. Hakka'l-yakîne vasıl olmadan bunları söylediler. Burayı geçip de hakka'l-yakîn makına vasıl oldukları zaman bunları söylemekten sakındılar. Bu gibi ibtilâlar şeyhimize ve fakire de gelmişti. Hamdolsun oralardan geçtik."
Müceddid hazretleri, Vücûd-i Hakk, Peygamberimizin peygamberliği ve Allah katından getirdiği hakkında buyurdular ki: "Hakk'ın varlığının ve birliğinin, Muhammed aleyhisselâm'ın Allah'dan getirdiğinin delile ihtiyacı yoktur. Bunlar üzerinde nazariyatla ve fikir yürütmekle meşgul olmak, gözde ve kalbde hastalık bulunduğu müddetçe devam eder. Kalb hastalıktan kurtulup gözden perde kalkınca her şey meydana çıkar. Mesela, safra hastalığına mübtela bir kimse, bu rahatsızlığı devam ettiği müddetçe şekerin tatlı olduğuna dair delil arar. Şaşı bir kimse biri iki görür ve ikidir diye inad eder. Böyle bir kimse mazurdur. Çünkü bir hastalığa tutulmuştur. Ne denilse kulağına girmez. Onun delil kabul etme yolu dardır. Delil yoluyla varılacak olan yakîne varması mümkün değildir. Bunun için kalbindeki hastalığı tedaviye çalışıp yakîn derecesindeki bir îmanı elde etmesine çalışmak lâzımdır. Safra hastalığına mütbela bir kimsenin safra illetini yok etmeğe çalışmak, şekerin tatlı olduğuna delil kabul ettirmekten daha önemlidir ve önce hastalığı gidermeğe çalışmak lâzımdır.
İşte nefs-i emmâre de bizzat şeriatın hükümlerini inkâr eder. Zaten tabiatı buna müsaiddir. Delil arayan kimsenin vicdanı içinde bir inkarın mevcudiyetinden dolayı bu kimse bu hükümlerin gerçek olduğuna yakînen inanamaz. Bunun için nefsi tezkiye lâzımdır. Nefsi aradan çıkarmadan yakîne erdirmek mümkün değildir. Bu sebeble Allah Teâlâ:
"Nefsini temizleyen kurtuldu. Onu alabildiğine ma'siyetle örten kişi de muhakkak ziyana uğradı" (Şems sûresi/9-10) buyurmuştur. Bu gerçeği ifade eder. Şeriatı inkar eden kimse, şekerin tadını inkar eden safra hastası gibidir. Seyr ü suluktan, nefis tezkiyesinden ve kalb tasfiyesinden maksad kalbin hastalıklarını izale etmektir. Allah,
"Onların kalblerinde hastalık vardır" (Bakara sûresi/10) buyurmakla buna işaret eder. Îmanın hakikatına erdim diyor da bu hastalıklar devam ediyorsa o îman sureta îmandır. Eğer nefs-i emmâre buna rağmen hâlâ îman hakikatlerinin hilafına hükmedip küfründe ısrar ediyorsa bu kimsenin îmanı ve tasdîki safra hastasının şekerin tadına inandığı gibi yapmacıktır. Safra illetinin izalesinden önce şekerin tadına yakînen îman etmesi mümkün değildir. Aynı şekilde nefsini tezkiye etmeden, itmi'nâna ermeden îmanın hakikatına ermek mümkün olmaz. Oraya ermek, sırrına ermektir ki bu îman zeval bulmaz. Bu îman Allah dostlarının îmanıdır. "Uyanık olun ve bilin ki Allah dostlarına ne bir korku vardır ne de üzüntü!" (Yunus sûresi/62)
Müceddid hazretleri Nakşbendî tariki hakkında buyurdular ki: "Bu mübarek tarikatın sonu başında dürülüdür. Hazret-i Nakşbend kuddise sir-ruh, "bu yolun sonunu başında durduk" buyururlardı. Bu tarikat, bizzat saha-be-i kiram'ın yoludur. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem ile sohbetlerinin başında sahabe-i kiram için müyesser olan, sahabe olmayanlara sonlarında müyesser olmuyordu. Bu sebeble Hazret-i Hamza'yı şehid eden Vahşî müslümanlığının başında Peygamberimizin bir sohbetiyle şereflendiği için, tabiînin en hayırlısı olan Üveysü'l-Karanî'den üstündür. Vahşi'ye daha ilk sohbette müyesser olan, Üveys'e sülûkünün sonunda müyesser olmadı."
İmam Rabbânî hazretleri yine buyurdular ki: "Vusul için iki yol vardır: Cezbe ve sülük. Bir diğer ifadeyle tezkiye ve tasfiye. Sülûkden önce gelen cezbe matlub değil, tezkiyeden evvel yapılan tasfiye de matlub değildir. Sülük tamamlandıktan sonra gelen cezbe ile, tezkiyeden sonra yapılan tasfiye matlubdur. Daha başlangıçta gelen cezbe ve yapılan tasfiye sâlikin sülûkünü kolaylaştırmak içindir. Çünkü sülük yapılmadan matluba erilmez. Birçok menziller katedilmeden mahbubun cemali görünmez. İlk cezbe ikincisine göre suret hükmünde kalır. Hakikatta ise aralarında bir münasebet yoktur. Bu yolun sonunun başında dürülü olması demek, sonunun ne olacağının başında görülmesi demektir. Yoksa sonunun başında tahakkuk etmesi mümkün olmadığı gibi beşer takatinin da üstündedir.
Bu bahsin daha geniş izahı "Cezbe ve Sülük risalesi"ndedir. Bahçenin resmini görmekle yetinmek doğru değildir. Suretten hakikata ermek lâzımdır.
Büyük müceddid İmam Rabbânî hazretleri 1034 hicri yılının safer ayının yirmi yedisinde ahiret yurduna intikal ettiler.
Allah Teâlâ feyizlerini üzerimizden eksik etmesin, âmin.

- Bu yazı Muhammed b. Abdullah el-Hânî'nin ADABisimli kitabından derlenmiştir.
ww.uydulife.tv
__________________






sansar isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Eski 26.01.11, 23:57   #9
sansar
 
sansar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Kullanıcı Bilgileri
 
Üye Numarası: 2752
Üyelik tarihi: 27.12.2009
Yaşım: 55
Mesajlar: 3.980
Konular: 2849
Rep Bilgisi
Rep Gücü : 25
Rep Puanı : 764
Rep Seviyesi : sansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to behold
Aktivite
Level: 47 [♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥]
Paylaşım: 116 / 1166
Güç: 1326 / 49079
Tecrübe: 65%

İletişim
Standart

MEVLANA HALİD ZİYAUDDİN BAĞDADÎ Kuddise Sirruh
..:: 1 ::..

Mevlânâ Hâlid hazretleri zahirî ve bâtınî ilimleri zâtında toplamakla "iki kanatlı" mânâsına zül'cenahayndir. Büyük bir âlimdir, itikadda mezhebi Eş'arî, tarîkatı Nakşbendî-Müceddidî, meşrebi Kadirî, Sühreverdî, Kübrevî ve Çeştî'dir. Bu beş tarikattan da icazetlidir. Nesebi Hazret-i Osman'a varır. Babası, Hazret-i Osman neslinden Hüseyin bin Ahmed'dir. Ecdadından olan Pîr Mîkâil hazretleri ekrad arasında "Altıparmak" diye bilinir.
Mevlânâ Hâlid hazretleri ilimde yüksek derece sahibi, sarf, nahiv, mantık, aruz, münazara, belagat, bedî, hikmet, kelâm, usul, hesab, hendese, usturlâb, hey'et, hadis ve tasavvuf ilimlerinde deniz gibi âlimdir.
Muhtereme annelerinin nesebi, Hazret-i Fâtıma neslinden Pir Hızır hazretlerine dayanır.
Mevlânâ Hâlid, 1190 bin yüz doksan senelerinde Baban sancağı'nın Karadağ kasabasında dünyaya gelmiştir. Burası Süleymaniye'ye beş mil mesafededir. (Süleymaniye, Musul vilayetinde. Musul'un ikiyüz otuz kilometre güneydoğusunda, Bağdad'ın ikiyüz yetmiş kilometre kuzeydoğusunda, İran sınırından kırkbeş kilometrelik mesafede iki dağ arasında uzanmış bir ovada bulunan sancak merkezi bir kasabadır. (Kamusu'l-a'lâm.)
Bu kasab da birden fazla medrese bulunup birçok bahçeleri ve tatlı su pınarları vardır.
Hâlid orada yetişti. Medreselerinin bir kısmında Kur'an'ı, Şafiî fıkhını, sarf ve nahvi öğrendi. Daha bulûğa ermeden akranını geride bıraktı. Bununla beraber nefsini terbiyeye, zühde, açlığa, az uyumağa, haramlardan çok sakınmağa, Suffe ashabının hallerine uyarak kendi haline yaşamağa azmetti.
İlim tahsili için birçok beldelere yolculuk edip ulûm-i nâfiayı, zahir ilimleri öğrendi. Kendi memleketine yakın yerlerde bulunan birçok muhakkik şeyhlerden ilim tahsil etmiş, sonra Süleymaniye'ye gelerek hikmet okumuş, sonra memleketine dönerek hakikat meydanında zamanının âlimlerini geride bırakmıştır. Müşkil ibarelerden ne sorulursa sorulsun derhal cevap verirdi. Çok kuvvetli bir hafızası, harikulade bir zekâsı vardı.
Harikulade ilmiyle meşhur olup şöhreti bütün dünyaya yayıldı. Birçok medreselerin müderrisliği kendine verildiyse de "bu makama layık değilim" diyerek kabul etmedi.
Sonra Sendec taraflarına giderek hendese ve hey'et (yani geometri ve astronomi) ilimlerini büyük âlim Muhammed Kasım Sendecî'den ikmal edip memleketine döndü.
Süleymaniye'deki âlim şeyh Abdülkerim, bin ikiyüz onüçte vefat ettiğinde onun yerine müderris olup ilim okutmaya başladı. Dünya ve ehline meyletmeyip Cenab-ı Hakk'a ibadet ve ubudiyet yolunda istikametini muhafaza etti.
Allah'ın hükümlerini tebliğde hiç kimseden yılmadı ve korkmadı. Sözü tesirli, sireti makbul idi. Azimetle amel ederdi. Emsali ona hased ederlerdi. Fakr u kanaati şiar edinmiş, sabır hasletiyle aziz olmuştu. Vakitlerini istiğrak halinde yaptığı ibadetleriyle geçirirdi.
Bin ikiyüz yirmide içini haccetmek ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in mübarek Ravza-i Mutahharesini ziyaret etme iştiyakı sardı. Mâsivâdan sıyrılarak Allah ve resulü yolunda hicrete koyuldu. Haleb-Şam yoluyla Hicaz'a gitti. Bu beldelerde bulunan meşhur muhaddislerle musahabe eyledi. Onlardan hadis dinledi. Hadis dinlediği Şeyh Muhammed Kezberî, Mevlânâ Hâlid hazretlerine Kadiriyye tarikatından icazet verdi.
Mevlânâ Hâlid, Medine-i Münevvere'ye varınca Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'! bir kaside ile medheyledi. Bir müddet orada kaldı. Adeta Mescid-i Nebevi'nin bir güvercini oldu.
Mevlânâ Hâlid hazretleri anlatırlar:
"Medine-i Münevvere'de iken nasihatından istifade edeceğim bir zât aradım. Birini buldum. Onu, abdest alırken gördüm. Önce ayağını, sonra kolunu, daha sonra yüzünü yıkadı. Kendi kendime: "Bu adam daha abdest almayı bilmiyor!" dedim. Bana sert sert baktı ve dedi ki: "Mekke'ye vardığın zaman böyle şeylere karışma!"
Kim olduğunu sordum. Yemenli imiş. Bir büyük zât imiş. Bir cahilin bir âlimden rica edeceği şekilde nasihat istedim. Birçok nasihatten sonra buyurdu ki: "Mekke'de şeriatın zahirîne muhalif bir iş ve hareket görürsen inkâra kalkışma!"
Sonra Mekke'ye, Harem-i şerife vardım. O zâtın nasihatıyla amel etmeyi uygun gördüm. Bir deve kurban etme sevabını almak için erkenden Harem'e girdim, Kabe'ye doğru oturup Delâil okumaya başladım.
Karşıma siyah sakallı, avam kıyafetinde, Beytullah'a arkasını dönmüş, yüzünü bana çevirmiş bir adam gördüm. Onunla benim aramda kimse yoktu. İçimden: "Şu adamın terbiyesizliğine bak!" dedim. O adam bana: "Allah katında mü'mine hürmet Kabe'ye hürmetten daha makbuldür. Neden benim Kabe'ye arka dönüp sana yüzümü verdiğime itiraz ediyorsun? Medine'de sana söylenen sözü ne çabuk unuttun!?" dedi.
O zâtın evliyaullahdan olduğuna şüphem kalmadı. Kendisini gizliyor diyerek ellerine kapandım. Kusurumun affını rica ettim. Beni Hakk'a irşad etmesini taleb ettim. Buyurdu ki: "Senin fütuhatın burada değildir." Ayağını kaldırıp Dehlâ'yı gösterdi. Bir baktım Dehlâ'yı gördüm. Gözümün önünden gitmedi. Devamla dedi ki: "Orada sana işaret gelir. Senin fütuhatın orada olacaktır."
Haremeyn'de beni maksuduma irşad edecek bir zât aramaktan vazgeçip haccımı ikmal ederek Şam'a vardım. Oradaki âlimler ile ikinci defa teşerrüf ettim. Bana karşı kalblerinde muhabbet uyandı."
Mevlânâ Hâlid hazretleri, ondan sonra memleketine dönüp zühdünü artırdı. Bugüne kadarki hasenatını seyyiat saydı.
Şah Abdullah Dihlevi hazretlerine bağlı müridlerden birisi gelip Mevlânâ Hâlid hazretleriyle görüşerek, şeyhinin Nakşî tarikında bulunup, peygamber ahlâkı ile ahlâklanmış, ilmiyle amil bir mürşid-i kâmil bulunduğunu, şimdi Cihanabad'da ikamet ettiğini, muradıma orada nail olacağımı anlatarak: "Yürü, onun hizmetine kavuşmak için yolculuk edelim" dedi.
Bu müridin sözü canına işleyip gitmeğe karar verdi. Müderrislik vazifesini terkederek bin iki yüz yirmi dörtte develerle ıssız sahraları geçerek Tahran'a vardılar. Orada İsmail Kâşi isminde bir müctehidle görüşerek uzun tartışmalardan sonra onu susturmuş, İsmail Kâşî de talebelerine "Bizim delilimiz kalmadı" demiş.
Sonra Bestam'a varıp Sultanü'l-ârifin Bâyezid Bistâmî hazretlerini ziyaret ederek farsça bir kasideyle medheylemiş, Markan, Simnan ve Nişabur'a uğrayıp oradaki Allah dostlarını ziyaret etmiş, sonra İmam Ali Rıza'yı ziyaret edip bir kaside ile medhetmiş, o kasideyle de Tuş şairlerini suskun etmiş, Tuş şehrinde birçok bid'atler bulunması sebebiyle çok durmayıp geçmişti.
Sonra Herat'a varmış, oranın ulemasıyla görüşmüş, imtihan meydanında onlarla muhavere etmiş, Afgan uleması Mevlâna Hâlid'i "sahili olmayan bir okyanus"a benzetmişler, hepsi de hakkı teslim etmişlerdir.
Oraya da veda edince birkaç mil ötede acaib haller müşahede etmeye başladı.
Oradan bir mağaraya geldiler. Afgan'ın genç haricilerinin mağarası olup şerlerinden kendi haricîleri bile titrermiş. Oradan geçip Kandehar, Kabil ve Daru'l-ilimde müşavere ettiler. Buradaki âlimler Mevlâna Hâlid'i korkunç bir sel ve şiddetli bir yağmur gibi buldular.
Oradan diğer bir kasabaya vardılar. Orada muhakkik âlim Şeyh Muhammed Senâullah Nakşbendî'nin yanına varıp ondan dua ve yardım taleb etti. Mevlâna Hâlid diyor ki: "O gece rüyamda dişlerini yüzüme geçirip beni çekmeye başladıysa da ben gitmedim. Sabaha çıkınca huzura vardım, rüyamı söyledim." Buyurdular ki: "Allah'ın bereketiyle kardeşimiz seyyidim Şeyh Abdullah Dihlevî hazretlerinin hizmetine git diyerek "senin maksudun onun vasıtasıyla hasıl olacaktır" buyurdu.
Ben anladım ki şeyhimin himmetinin cazibe kuvveti beni kendine cez-betmiştir.
İniş-yokuş demeden uzun mesafeleri katederek Dehlâ'ya, Cihânâbâd'a vardık. Yola çıktığımızdan bir sene sonra vasıl olmuşuz. Varacağımıza kırk konak kala nefahat ve işaretleri gelmeğe başladı. Ben oraya varmadan has ihvanına geleceğimi haber vermişler.
Mevlâna Hâlid kuddise sirruh, Dehlâ'ya girdiği gece arapça bir kaside ile, bir sene süren yolculuğunu, o meşakkatten kurtulduğunu ifade ile şeyhini medhederek himmetini taleb ile Cenab-ı Hak tarafından kabulünü rica etmiş, matlubuna vasıl olduğun için şükrünü Allah'a arzeylemiştir.

Mevlânâ Hâlid, şeyhine vasıl olduktan sonra yol ihtiyaçlarından artan neyi varsa hepsini fakirlere tasadduk etti. Sonra Hind diyarında şeyhlerinin şeyhi, tarikatlerinin kutbu, yaratıkların gavsı, hakikatlerin madeni, kâmil ve mükemmil şeyh Abdullah Dihlevî kuddise sirruh hazretlerinden feyz aldı.
Orada telkin olunan zikir ve mücahede ile beraber zaviyenin hizmetiyle meşgul olmuş, beş ay geçmeden de ferd-i kâmil olmuştur. Allah bunu dilediğine verir, O'nun fazlı büyüktür.
İftihar edilmez, zira bir lûtf-i ilâhîdir. Sâliklerden bazıları bir anda vâsıl olur, bazıları bir saatte, bazıları bir günde, bazıları bir haftada, bazıları bir ayda veya birkaç senede vâsıl olurlar. Minhâcü'l-âbidin kitabında bunlar anlatılmıştır.
Abdullah Dihlevî kuddise sirruh hazretleri mübarek eliyle ihvanına yazdığı mektubunda Mevlânâ Hâlid kuddise sirruh hazretlerinin fenâ-yı tam ve bekâ-yı tam ile maksuduna vasıl olduğunu beyan etmişlerdir.
Mevlânâ Hâlid kuddise sirruh hazretlerine Nakşî, Kadirî, Sühreverdî, Kübrevî ve Çeştî olmak üzere beş tarikattan hilafet vermişlerdir. Şeyhinin işaretiyle âlim ve fazıl Abdülaziz Hanefî en-Nakşbendî'yi ziyaretle Kütüb-i Sitte'den icazet aldı. Bu zat, Mevlânâ Hâlid'i icazetnamesinde "Hak yolunda yüksek himmet sahibi" diye medheyledi. Ondan sonra hadis ve tefsirden de icazet vermiştir.
Bir sene hizmet ettikten sonra irşadla vazifeli olarak memleketine dönmek için izin verildi. Abdullah Dihlevî hazretleri, Mevlânâ Hâlid hazretlerini dört mil mesafeye kadar uğurladılar. Karadan ve denizden gitmek suretiyle elli günde memleketine ulaştı. Bu elli gün içinde bir şey yemedi ve su içmedi. Zikir ve ibadetle gıdalandı.
ww.uydulife.tv
__________________






sansar isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Eski 26.01.11, 23:58   #10
sansar
 
sansar - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Kullanıcı Bilgileri
 
Üye Numarası: 2752
Üyelik tarihi: 27.12.2009
Yaşım: 55
Mesajlar: 3.980
Konular: 2849
Rep Bilgisi
Rep Gücü : 25
Rep Puanı : 764
Rep Seviyesi : sansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to beholdsansar is a splendid one to behold
Aktivite
Level: 47 [♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥]
Paylaşım: 116 / 1166
Güç: 1326 / 49079
Tecrübe: 65%

İletişim
Standart

MEVLANA HALİD ZİYAUDDİN BAĞDADÎ Kuddise Sirruh
..:: 2 ::..

Dönüşünde Şîraz ve Isfahan taraflarına uğradı. Her nereye vardıysa Hakkı söyledi. Bazı râfızîler ona cevap vermekten aciz kaldıklarından dolayı Mevlânâ Hâlid'i öldürmeğe teşebbüs ettilerse de başaramadılar. Hatta kılınçlarını çektiler, bir şey yapamadan dönüp gittiler.
Ondan sonra Hemedan ve Sendec'e geldi. Bin ikiyüz yirmi altıda Süleymaniye'ye vasıl oldu. Memleketinin ileri gelenleri onu izzet ve ikram ile karşıladılar. Şeyhinin işaretiyle o sene Şehrezur'a geldi. Evliyayı ziyaret etti. Gavs-ı Âzam Abdülkadir Geylânî hazretlerinin zaviyesine inip orada insanlara Rasûlullah'ın şeriatını öğretti. Orada beş ay kalıp Bağdad'a geldi.

Fakat muasırları hased ederek düşman oldular ve iftiralarda bulundular. İşitilmesi bile nefret verecek sözler söylediler. Onların iftiralarına karşı güzel muamele edip ıslah olmaları için dua etti. Fakat hased ateşleri sönmedi, bir kat daha arttı.
Süleymaniye'de ikinci defa olarak münkirler Allah'ın intikamını hesaba katmayarak Bağdad valisi Said Paşa'ya içi küfür ve asılsız şeylerle dolu bir mektup yazarak Mevlânâ Hâlid'in Bağdad'dan uzaklaştırılmasını istediler. Bağdad valisi, bu mektubu eski müftü Muhammed Emin Efendi'ye gönderdi. Bağdad ulemâsı da durumu idare ederek Mevlânâ Hâlid hazretlerine: "Siz yine memleketinize dönün." dediler. Mevlânâ Hâlid hazretleri memleketine dönüp Kerkük, Erbil, Musul, Ammariye, Antep, Haleb, Şam, Medine-i Münevvere, Mekke-i Mükerreme ve Bağdad'dan gelen nice kimseler istifade etmişlerdir.
Mevlânâ Hâlid hazretleri cömerd, güzel ahlâklı, insanların ezalarına tahammül eden, gayet açık ve tatlı konuşan, Allah yolunda kınayanın kınamasından korkmayan, ihtiyatı elden bırakmayan, azimetle amel eden, yetim çocukları ve dul kadınları himaye eden, iaşelerini kendisi temin eden, başkalarından yiyecek kabul etmeyen bir zât idi.
Makâmât-ı Harîrî üzerine te'lifi vardır. Fakat tamamlanmamıştır. Hadis-i Cibril'i şerhetmiştir. Bu eserinde İslâm akaidini anlatmıştır. Farsçadır. Şiirlerinin çoğu Farsçadır. Bir de divanı vardır ki ilkbahardan güzeldir. Bunu da bin ikiyüz otuzbeşde tertib etmiştir.
Usul, Hadis, Fıkıh, Tefsir, Tasavvuf okutur, hastaları tedavi eder, sâlikleri en güzel şekilde terbiye ederdi. Asrının edibleri onu birçok kasidelerle medhettiler. Kapısı, nice fazilet erbabının müracaat yeri idi.
Mevlânâ Hâlid hazretleri halkın birçoğunun kendini meşgul etmeleriyle Hak'dan gafil olmazdı. Allah onun rûhâniyetlerini ve himmetlerini üzerimizden eksik etmesin.
Her kim Mevlânâ Hâlid hazretlerinin huzurunda oturup edebe riayet ederek zahiren ve bâtınen âdabına riayet ederse bir lahzada faydalanıp sözlerinde gizli bulunan nurlar sırlardan istifade eder, derhal tesirini görür, kalbi dünya sevgisinden, makam mansıb endişesinden, mal mülk pasından, gafletten temizlenirdi. Bu özellik, ehlullahın kümmelîninde bulunur.
Bundan sonra Mevlânâ Hâlid hazretleri Şam'a geldiler. Kınvat mahallesinde bir ev alıp bir kısmını camiye vakfeyledi. Beş vakit namazını orada cemaatla eda edip harab olmuş nice mescidleri tamir ettirdi. Eski camileri ihya etti. Kendisi son derece cömerd idi. Ayrıca orada ilim ve fazilet neşretti. Birçok talebesini dünyanın değişik yerlerine göndererek oralarda yüce Nakşbendi tarikatını yaydı.
Dünyadan ahirete irtihali vakti yaklaştığı, tertemiz ruhunun Rabbine razı ve rızaya ermiş olarak icabet zamanı geldiği vakit Allah ona bunu ilham etti. Dımaşk'ın dışında Sâlihiyye'de Kırklar makamının karşısındaki bir dağın tepesini göstererek kabrinin orada kazılmasını emrettiler. Kabrin kazılması tamamlanınca bin iki yüz kırk iki senesi Zilkade ayının on dördüncü Cuma akşamında vefat ettiler. Vefatının sebebi taundur. Cenab-ı Hak onda birçok şehadet sebeblerini toplamıştı: Taun, cuma günü, gurbette bulunması, ilim neşriyle meşgul olması gibi. Çünkü o daima dînî ilimleri yaymaya, hanif meşrebiyle bid'atleri kafalarından ve gönüllerinden temizlerdi.
Vefatından önce evlâdına ve tarîkatına naibi ve kaim-i makamı olarak Şeyh İsmail bin Abdullah'ı vasiyet etti. "Halifelerim İsmail'in emrinden çık-masmlar" buyurdu. Allah Teâlâ onu ve ümmet-i Muhammed'i en güzel şekilde mükafatlandırsın, amin.

MEVLÂNÂ HÂLİD HAZRETLERİNİN BİR MEKTUBU

Yarınki günahını düşünmeyerek günlük meşgalesiyle nefsinin helakine çalışan Hâlid'den, mahdumları Seyyid Abdülgafur, Mevlânâ Muhammed ve Musa el-Cebûrî'ye:
Allah'ın selamı, rahmet ve bereketi üzerinize olsun. Size kesinlikle emrederim ki bütün varlığınızla sünnet-i seniyyeye sarılıp cahiliye adetlerinden, Allah ve Rasûlünce reddedilen bid'atlerden sakınasınız. Sufilerin rastgele söylenmelerine aldanmayasınız. Onlardan hangi sebeble olursa olsun hiçbir şey istemeyesiniz. Çünkü bu sizin kötülükle itham edilmenize sebeb olur. İki kötülük arasında çaresiz kalırsanız daha hafif olanını tercih ediniz. Mutluluğa eren kimse, başkasının başına gelenden ibret alıp kendisine ders çıkaran kimsedir. İhvanın bir ihtiyacını yerine getirmek için yardımcı olmak elbette en büyük ibadetlerdendir. Fakat bu hizmetler, bundan daha önemlisi bulunmadığı takdirdedir. En önemliyi, daha az önemliye tercih ediniz. Sakın krallarla, valilerle ve onların takımlarıyla bir işe girişmeyesiniz. Çünkü siz onları ıslah edecek güce sahip değilsiniz. Onları gıybet etmeyiniz. Şımarıklık ederek "onlar zalimlerdir" fikrine kapılarak sizden başka salih yoktur zannederek onlara sövmeyiniz. Şüphesiz ki bu kendini beğenmek ve cahillik etmektir. Bizim içimizde hiç zalim yok mudur? Onun için, sizin işlerinizi yüklenmiş kimselere, yani devlet adamlarına hayırlı işlerinde başarılı olmaları için, eğer kötü kimselerse ıslah olmaları için dua ediniz. Taberânî el-Mu'cemu'l-Kebîr'inde ve Evsafında sahih sened ile Rasûl-i Ekrem'in: "İmamlara (devlet adamlarına) sövmeyiniz. Onların ıslah olmaları için dua ediniz. Çünkü onların ıslah olmaları sizin faydanızadır" buyurduğunu rivayet ediyor.
Bugünden sonra onlardan ve yardımcılarından, dünyanın tadını çıkarma sevdasında olan, arzularına esir olmuş tüccarları, ulema taslaklarını, ilmi halk arasında bir makam mansıb aleti yapan, dünyalık toplamak için maşa olarak kullanan talebeleri, tenbellikleri sebebiyle yüklerini halka yüklemek için kendine salih kimse yahud mürid süsü veren a*****ları, kendileri için dünyalık bir makam mansıb göründüğü zaman aç bir kaplan gibi oraya atılan kimseleri, aynı yere namzed olmakta kendine denk bir kimse bulununca ona olmadık düşmanlıkları yapan adamları, insanlar arasında şöhret sağlamak için; dünyalık yığmak için gelen kimseleri tarikata sokmayınız.
Biliniz ki bana en sevgili olanınız tâbîleri en az olup dünyacı kimselerle alâkası olmayanınız, kimseye bir yükü bulunmayanınızdır. Daha sevgilileriniz fıkıh ve hadisle meşgul olanlarınızdır.
Bazı hadislerde varid olmuştur ki: "Bir kimse sultana ne kadar yaklaşırsa Allah'dan o kadar uzaklaşır."
Tabileri çoğalan kimsenin şeytanları çoğalır. Malı çoğalan kimsenin hesabı zorlaşır. Tama', şöhret sevgisi, makam mansıb sevdasına tutulduğu için dünyalığını çoğaltmakta bir beis görmez olur. Bu ise dîni dünya ile değişmek demektir. Bu ve benzeri niyetlerin ne kadar bozuk olduğunu söylemeğe lüzum yoktur.
Şeytan sizi halîfe olmanın faydasıyla, halkı cezbeye getirme kudretinin o kimselerin faydasına olacağına ve siz çoğalınca Kur'an hatimlerinin kolay-laşacağıyla aldatmasın. Ben size her gün bir hatim yapabilecek sayıda sâdık talebelerimizden tertemiz, yukarıda saydığımız kötülüklerden hiçbirine bulaşmamış olanları bıraktım. Onlar az da olsa binlerce tenbelden hayırlıdır. Her gün Kur'an hatmi için otuz mürid kâfîdir. Komşulardan halis olanlar da gerektiğinde bu işe dahil edilir. Bu da mümkün olmazsa Allah kimseyi takatinin üstünde bir şeyle mükellef tutmaz.
Ubeydullah Efendi, kadınların kendisine teveccüh için gelmelerine son versin. Bu onun tarikattan çıkıp kendi kendine bir iş yapmakta olduğu için tepesi üstüne yıkılmasına sebeb olur. Bu tarikatın büyükleri böyle şeylerle oynaşmadılar. Ubeydullah efendinin bu duruma gelmesi, üzerinde hilâfet unvanının bulunmasındandır. Bir de kendisinin bütün halîfelerden kıdemli olduğu fikrine kapılmış. Bu ise onun dünyacılardan olmakta devam ederek tarikata girmesine benzemez. Ehl-i dünyadan olduğu için tarikata alınmayan merhum kardeşinin haline de benzemez. Bu tarikatın büyükleri nice müridleri en küçük gevşeklikleri sebebiyle kovmuşlardır. Nerde kaldı halifeler? Reşehât'a bakınız! Hâce Bahâeddin Nakşbend ve Hâce Ubeydullah Ahrar'ın hac için izin isteyenleri reddetmelerine bakınız! Bazan medreselerde müderrislik yapan müridleri bile o işten menedip, "bile bile emrimize muhalefet ederseniz bize verdiğiniz söz üzere değilsiniz!" demişler ve "Zulmedenler nereye gittiklerini pek yakında bileceklerdir!" ayetini hatırlatmışlardır.
Kulların en zayıfı Hâlid en-Nakşbendî el-Müceddidî.

- Bu yazı Muhammed b. Abdullah el-Hânî'nin ADABisimli kitabından derlenmiştir.
ww.uydulife.tv
__________________






sansar isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Yeni Konu aç Cevapla

Bookmarks


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Yeni Mesaj yazma yetkiniz Aktif değil dir.
Mesajlara Cevap verme yetkiniz aktif değil dir.
Eklenti ekleme yetkiniz Aktif değil dir.
Kendi Mesajınızı değiştirme yetkiniz Aktif değildir dir.

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı

Gitmek istediğiniz klasörü seçiniz


Powered by vBulletin® Version 3.8.11
Copyright ©2000 - 2024, vBulletin Solutions, Inc.
Dizayn ve Kurulum : Makinist
Forum SEO by Zoints

E-Marine Education | Vbulletin | Tosfed |
www.bilgivadisi.biz   www.bilgivadisi.biz